Sözcü gazetesinin 23 Nisan günkü ön sayfasında, beklenebileceği gibi, tam sayfa Atatürk vardı –dev puntolarla dizilmiş “İyi ki Vardı” manşetinin altında ve sayfa boyu bayrağın önünde. Sayfanın solunda “Atatürk Çanakkale’de ‘Yanılmışım’ deseydi Şimdi Yoktuk”, “Yedi düvele karşı savaşırken ‘Kandırılsaydı’ Şimdi Yoktuk” tespitleri (!) yer alıyordu.
İmaları kaçırmamışsınızdır, Atatürk’ün iyi ki Erdoğan gibi olmadığını –veya Erdoğan’ın ne yazık ki Atatürk gibi olmadığını– söylüyor bize Sözcü. Tuhaf. 1938’den bu yana memlekete onca insan vaziyet etti. İnönü’yü bilmiyorum ama Bayar’ın, Menderes’in Atatürk ile böyle mukayese edildiğini zannetmiyorum. Sonrakilerin böyle bir kıyasa taraf olmalarının hiç akla gelmediğini ise biliyorum.
Sözcü’nün o ön sayfasını akıl edenlerin, tasarlayanların, uygulayanların kendileriyle gurur duyduklarını zannediyorum. Haddini şaşırmış bir güruha, “bizim babamız sizin babanızı döver” demiş oluyorlar. Kendilerince, o haddini şaşırmış güruha, yani bunca rezalete rağmen Erdoğan’a oy vermeyi sürdürenlere, hadlerini bildirmiş olmanın huzuru içinde uyumuşlardır o gece. Hâlbuki kasıtlarının tam tersine sebep oldular.
Kastettiklerinin tam tersine sebep olmaları mevzuuna gelmeden önce kendi koordinatlarımı işaretleyeyim. Atatürk’ü hiçbir vakit Atatürkçülerin, her fırsatta Atatürk’ün akasına sığınanların gördüğü gibi görmedim. Esasen kimseyi Atatürkçülerin Atatürk’ü gördüğü gibi görmedim. Ama Atatürk ile Erdoğan’ı aynı tartıda tartacak kadar da zıvanadan çıkmadım. Birisi potansiyel rakiplerini ustaca ayak oyunlarıyla birer birer tasfiye ederken, tasfiye edemediklerini zalimce veya kurnazca ortadan kaldırırken, bir yandan da kendisini yetiştirmek için her fırsatı değerlendirmiş, kendisini inceltmiş bir adam. Kapalı kapılar ardında nasıl biri olduğunu bilmiyor olabiliriz ama kamuya açık yüzü nazik, babacan, komplekssiz, capcanlı.
Öteki ise…
“İnsanlar ikiye ayrılır” demişti biri, “pipoya benzeyenler, ağızlığa benzeyenler.” Pipo, içildikçe kıymet kazanır, tütüne lezzet katar. Ağızlık ise kullanıldıkça acılaşır. Kudret Atatürk’ün de başını döndürmüştü ama hayata bir köylü çocuğu olarak başlayan adamın zamanla aristokratlaştığını, zevklerinin inceldiğini söyleyebiliriz herhalde. Pipo gibi, içildikçe —yani kudret gölünde yıkandıkça— nefaset kazanmış. Erdoğan ise şehirde bir şeyler kazandıysa eğer, kudreti arttıkça kazandıklarının hepsini kaybetti. Geriye kaba, nobran, ölçülerini büsbütün kaybetmiş biri kaldı. Kemiksiz kibir, nefret, öfke…
Atatürk olağanüstü elverişsiz şartlara maruz kalmış bir toplumun ayaklarının üstünde durabilen bir özneye dönüşmesi sürecindeki otokrattı. Erdoğan ise olağanüstü elverişli bir konjonktürde, bir toplumun olanca enerjisini toprağa verdi. Benim açımdan ikisinin mukayesesi mümkün değil yani. Ama benim kanaatlerim bana. Geniş yığınlar benim gibi düşünmüyorlar. Toplumun bir beşte biri var ki, “olmasaydın olmazdık” diyebiliyorlar Atatürk için. Atatürk onlara göre benzersiz, kimse ile kıyas kabul etmeyecek biri. Bir üçte biri de var ki, “aha sizin Atatürk’ünüz varsa bizim de Erdoğan’ımız var” diyebilmek için, Erdoğan onlara bu imkânı sunuyor diye sürükleniyorlar Erdoğan’ın peşinden.
Yani, Sözcü’nün o sayfasını tasarlayıp uygulayanlar, güya karşı oldukları kesimlerin kabullerine meşruiyet kazandırmış olmuşlar. Erdoğan’ın arkasında duranların arasında Sözcü’nün o sayfasını görenler varsa, müthiş tatmin olmuşlardır. “Evet, bak onlar da Atatürk’ü Erdoğan ile aynı tartıda tartıyorlar, ikisinin aynı klasmanda oynadığını kabul ediyorlar” demişlerdir içlerinden. Erdoğan’a bir defa daha omuz verme ihtiyacı hissetmişlerdir.
Ya peki, Erdoğan karşıtları o sayfayı görünce ne hissetmişlerdir?
Ne hissettiklerini bilemesem de, ne hissetmeleri gerektiğini biliyorum. Müthiş rahatsız olmalılardı. En azından iki sebeple… Birincisi, Atatürklerinin Erdoğan ile kıyaslanmasından rahatsızlık duymalılardı. İkincisi, Erdoğan’ın arkasında hizaya girmiş yığınların tatmin duymasına sebep olduğu için o sayfadan rahatsız olmalılardı. Ama —gördüğüm kadarıyla— olmadılar.
Sözcü’nün 23 Nisan sayfası, sözünü ettiğim manadaki ilk zırvalık değil, bundan önceki benzer saçmalıklarda da Erdoğan karşıtları Atatürk ile Erdoğan’ın kıyaslanıp Atatürk’ün şampiyon ilan edilmesinden rahatsız olmadılar. Zaten Sözcü de onların böyle bir kıyastan rahatsız olmak bir yana gurur duyacaklarını bildiği için böyle zırvalayabiliyor. Esasen sadece böyle —Atatürk ile Erdoğan’ı mukayese etmek türünden— zırvalara maruz kalıyor da değiliz. Hatta “biz Fenerbahçe’yiz, bir garip İstanbulspor bize nasıl kafa tutabilirmiş” kafası sadece Türkiye’de rastlanan egzotik bir nebat da değilmiş. ABD’de Trump seçilene kadar bize has bir hadise zannediyordum. Çok geçmeden dünyanın dört bir yanında bu kafaların sahipleri dayak yiyip durmaya başladılar.
Bir maç yapılıyor. Sol bekiniz lüzumsuz bir kendine güvenle soldan atağa kalkıyor, kaptırdığı top onun boşalttığı yere sarkan düşük maliyetli bir rakip oyuncunun ortasıyla kalenizde gol oluyor. Başlıyorsunuz şanlı tarihinizi rakibin tarihi ile, kadronuzdaki oyuncuları rakibin oyuncuları ile mukayese etmeye. Oyuncuları veya teknik direktörü de sahada ne yaptıkları ile değil, maliyetleri, kariyerleri ve benzeri faktörler üzerinden kıyaslıyorsunuz. Böyle bakınca, yenilmeniz, puan kaybetmeniz imkânsız. Yine de yenilmişseniz? Ya federasyon, ya içinizdeki hainler… “Yahu bu adam bu şartlarda hâlâ nasıl olup da yüzde kırk oy alır” diye soruyorsunuz kendinize ve makarna, tarikat ve saire uydurup duruyorsunuz. Hâlbuki Sözcü —yani Sözcü kafası— sayesinde/yüzünden hâlâ seçime ortak olabiliyor adam.
Sözcü’nün ön sayfası, bariz bir biçimde kalenizde gol. Ama siz takımınızın sol bekinin atağa kalkmasıyla gurur duymaya devam ediyorsunuz. Olur a, dert değil. Mesele, Sözcü’nün ön sayfasını görüp “işte budur” diye iç geçiren budalaların, başlarına gelenlerin kendi budalalıklarından kaynaklandığını idrak edemeyecek kadar budala olanların, “ama demokrasi pek de iyi bir rejim değil, iyi bir rejim olabilmesi için sadece bizim gibilerin oy kullanması gerekir” türünden gürültü çıkarabilmelerinden kaynaklanıyor.
Özetle tekrarlayayım, Erdoğan’ı Atatürk ile mukayese edip kendilerine haklılık çıkaranlar, kendi kalelerine gol atıyorlar. Kendi kalelerine gol attıklarının farkına varamayacak kadar cahil ve budalalar. Ne yazık ki kendilerini pek akıllı ve bilgili zannediyorlar. Memleket —ve dünya—olanca cehalet ve budalalıklarına rağmen her şeyin onlardan sorulması yüzünden çığırından çıktı. Trumplardan, Erdoğanlardan, Putinlerden, Orbanlardan dayak yiyip durdukları halde pek akıllanıyor gibi de görünmüyorlar. 14 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın sırtını yere getirirse, kendilerini dünyanın şifresini çözmüş pek akıllı adamlar ve kadınlar zanneden bu budalaları dikkate almaması sayesinde becermiş olacak bu işi.
15 Mayıs gününden itibaren de… Her şeyi yeniden, en baştan düşünmek icap edecek. Bunca vasıfsızlıklarına rağmen bu kesimler nasıl olup da zuhur edebildiler? Nasıl olup da bütün toplumlarda bu statülerini elde edebildiler? Nasıl olup da bunca yıl, budalalıklarının ve cehaletlerinin bedelini ödemeden mevcudiyetlerini sürdürebildiler?