Allah, İmân, Ezan; Kandil, Selo, Öcalan… Bunlar, Erdoğan’ın seçime giderken prompter yardımıyla ürettiği hamasi retoriklerin anahtar kavramları.
Erdoğan 7 Haziran 2015’ten beri ne yapıyorsa aynı şeyi yapıyor ve yine o tarihten bu yana ne söylüyorsa aynı şeyleri söylüyor; 8 yıldır aynı belagatin mübelliği konumunda. Bu yüzden ne söyleyecek yeni bir sözü var ne de eyleyecek yeni bir eylemi. Başka bir deyişle, Erdoğan 8 yıldır a-politik bir figür, Saray’ın etrafında ve aile efradının kontrolünde biriken zenginliğin yöneticisi olan ekonomik bir figürdür.
İslâmcı jargonun sözvarlığını kullanması, bu zenginliği perdeleme iştiyakının bir sonucudur. Dahası, son zamanlarda Kılıçdaroğlu’na ve Cumhurbaşkanı adayı olmayan diğer siyasal rakiplerine “dinsiz, imânsız, kitapsız” diye saldırması; hakaret ederken cezbeye kapılarak konuşması; milliyetçilik ve militarizm çeşnileri katarak İslâmcı cenahların duygularını ajite etmeye çalışması, Erdoğan ve metin yazarı ekibinin son barutudur.
Peki, İslâmcı mahfillerde şimdiki ve somut durum nedir?
20 yıllık AK Parti hükümetlerinin ilk 13 yılında, taşralı alt ve orta sınıflar dikkate değer bir gelir seviyesine eriştiler ve hızla sınıf atladılar. Bununla beraber, İslâmcı ideolojik müktesebata sahip ama sivil toplum alanında faal olan kesimler de ciddi bir hareketlilik ve dinamizm kazandı. Refah seviyeleri yükseldi, dünyayla kurdukları irtibatın zemini genişledi. Hem mali hem de kültürel sermayelerindeki genişleme, üretken bir sivil toplumcu atılım inşa etmeleri için yeterliydi ama Kasım 2015 seçimlerindeki AK Parti galibiyeti ve sonrasında AK Parti’nin sahiplendiği devletçi ve güvenlikçi politikalar, bu kesimi devlete koşulsuz biat etmeye zorladı: Bütün sivil birikim ve dinamizm, devletin maddi ve manevi gölgesi altına itildi. İslâmî referanslara ve İslâmcı hassasiyetlere sahip cümle Sivil Toplum Kuruluşları’nın toplumsal veya toplumcu nitelikleri yavaşça silindi, teker teker Gayrıresmi Devlet Kuruluşları haline döndüler.
Bütün dinî söylemlerinin yerine milliyetçi söylemler ikame edildi. İslâmcılık her ne kadar ümmetçi vizyona sahip bir ideoloji olsa da, Türkiye’de, bağrında milliyetçiliği her zaman taşıdı. 70’lerin milliyetçi cephe hükümetleri ve 90’ların Refahyol koalisyonu, bu ilişkinin siyasal alandaki tezahürü idi. Ancak bu seferki, İslâmcılık mihengine vurulmuş milliyetçilik değil; düpedüz milliyetçilik idi: Müebbet ergenliğe yazgılıymış gibi hamasi ve bıçkın, mahallenin en güçsüzüne aslan kesilecek denli kabadayılaşmış, militarist ve tabii ki seküler bir milliyetçilik.
İslâmcılar devletleştikçe toplumdan uzaklaştılar ve sekülerleştiler. Bu sekülerleşme, zihinsel bir dönüşüme değil kelimenin ilk anlamıyla dünyevîleşmeye; başka bir ifadeyle, dünyaya tamah edip devlete minnet eyleyen bir dünyevîleşmeye tekabül eder.
Kendi ideolojik çerçevelerini yitirdiler, o kadar ki hâlihazırda hiçbir özgül ağırlığa ve özgüvene sahip değiller. Toplumsal dayanakları tarih tarafından birer birer aşılan Ancien Régime’in zayıf figürlerine dönüştüler.
Zayıf; çünkü kendi başlarına hiçbir anlamları yok diye düşünüyorlar, bu yüzden Erdoğan’ın iktidarının bitmesinden korkuyorlar. Erdoğan da bu korkuyu büyük bir iştahla ve yoğunlaştırılmış dinî sembollerle kabartıyor: “Ben gidersem haliniz nice olur” düşüncesini İslâmcı figürün korku dolu zihin dünyasında her gün yeniden üretiyor. İktidarın aydınları ve sosyal medya tweetşorleri, onlara sürekli kazanımlarını hatırlatıyor. İslâmcıların ve adlarına konuştuklarını iddia ettikleri Müslümanların kazanımları vardır sadece, hakları yoktur. İslâmcılar toplumu ve sivilliği terk ettikleri oranda hak temelli mücadeleden koptular ve anayasal haklar elde etmek yerine birtakım kazanımlar elde ettiler: Muktedirin kendilerine bahşettiği kazanımlar.
Devlet aygıtını temellük etmiş Erdoğan’ın tebaasına lütfettiği ve arzu ettiği takdirde süratle geri çekebileceği veya yokluğuyla tehditler savurabileceği kazanımlar… Ne var ki kazanım diye başlarına kakılıp durulan bu şeylerin hiçbir hukuki dayanağı yok; çünkü elde ettiğini düşündükleri ne varsa, tümünü, politik biçimde (iktidarın teveccühü ile) kazandılar, toplumsal biçimde (mücadelenin bedeli ve hukuken tescillenmiş olarak) değil.
Üstelik karşılığında sürekli siyasal sadakat tedarik ettikleri bu kazanımlarıyla ilişkilerini hukukî zeminde değil mutlak güç ve devletlü iktidar mahallinde kurdukları için, hem kendi kazanımlarının içkin olduğu değerlere ilişkin sahiciliklerini hem de diğer toplumsal kesimlerin hak temelli arayışlarıyla ünsiyet kurma kabiliyetlerini yitirdiler. Ne de olsa muktedir kimse onun borusu öter vagonuna eklemlendiler. Beri yandan, kazanımlar jargonuyla AK Parti’ye ve Erdoğan’a sadakat göstermeyen İslâmcılar ve mütedeyyinler ya “nankör”, “dönek” diye itham ya da “haramzâde” diye takbih ediliyorlar. Böylesi itham ve takbihe maruz kalan kişiler eğer sadakatlerini yeniden beyan etmezlerse, o halde, ya vatan haini olarak kınanacaklar ya da büyük resmi göremeyen kandırılmış çocuk muamelesi görecekler.
Bu sadık İslâmcılar nezdinde AK Parti, bir siyasal iradenin yahut ahlâkî tutumun tecessüm etmiş hali olarak lanse ediliyor. Oysa AK Parti, ak bir perdedir: Bu perdenin üzerine ışık düşer, perdede bazı cisimler belirir; ne ki görünen sadece gölgelerdir. Gölge sürekli değişir; bu perdeyi seyre dalan kişiler için değişmeyen şey Erdoğan’ın yüzü, prompterda akıp giden sözleri, müstehcen üslûbu ve muhaliflerinin bir türlü üstesinden gelemediği boğulma hissidir.
Gerçek anlamda, AK Parti bir siyasal tavrın veya ahlâkî vaziyetin karşılığı olarak hiç var olmamıştır. Her dönemde koalisyonlar kurar, bir önceki dönemden tamamen farklı ittifaklar içine girer ve dönem bitmeden dağılır. Muhafazakârlıktan milliyetçiliğe, liberallikten devletçiliğe, merkez sağdan radikal sağa tüm bileşenlerin bir panayırıydı AK Parti. İçeride kalanlara çok eğlence ve bolca güç sarhoşluğu vaat ediliyordu. Eğlencenin tadı kaçtı diye düşünenler, panayırı terk etti. Yenileri geldi. Panayıra yeni katılanlar, daha fazla eğlence ve güç istedi. İslâmcılar, bu panayırı kutsal ayinmiş gibi göstermekle, bunu yapamazlarsa bile ona ahlâkî bir paravan çekmekle mükellef kılınmış kişiler oldular. Külfetin karşılığı, o dillere pelesenk olan ve geri alınacağı korkusuyla Müslüman’a vurulan sopaya dönüşen kazanımlardır.
Somut durumda, İslâmcılar ve temsili iddiasında oldukları Müslümanlar için gerçek tehlike nedir? Erdoğan’ın iktidarı.
Türkiye’nin gerçek ve somut koşulları, İslâmcılar için ironik ama ironik olduğu ölçüde trajik bir yol ayrımı hazırladı: Eğer Erdoğan siyaseten yenilgiye uğratılmazsa, bu yenilginin esas belirleyeni Müslüman veya Muhafazakâr kitleler olmazsa, Muhafazakâr mahfiller bizzat Erdoğan tarafından delik deşik edilecek. Zira Erdoğan’a verilen destek rasyonel bir sebebe dayanmaktan çıkıp bir diyete, bitmeyen bir borca dönüşmüştür.
Kendisine bu derece teslim olan İslâmcıları ve seçmen kitlesini ciddiye almasına veya hesaba katmasına gerek bile kalmaz. Erdoğan’ın inşa ettiği mit şudur: O iktidarı kaybederse, gelecek iktidar İslâmî kazanımları ilga edecek ve dinî pratiklerin tatbikini engelleyecek. Erdoğan’ın şahsi iktidarının devamlılığını sağlamak nâmına ürettiği bu mitolojiye itibar eden İslamcılar, mitolojiyi gerçek zannetmiyorlar. Bu konuda bir hayli bilgililer: “Dinimizi yaşamamızı engelleyecekler” nutkunda iler tutar bir yan olmadığına ayıklar; bu lafların, yalancı çobanın köyü telaşa vermek için uydurduğu kurt masalı olduğunun da farkındalar.
Dolayısıyla, ortada bir yanılgı veya bir ideolojik körlük yok. İradi olarak itibar edilen kurt masalının esas sebebi, İslâmcıların İslâm’dan yorulmasıdır. Türkiye’deki İslamcıların “dava” olarak kabul ettiği “Filistin Meselesi” ve bunun canlı ve kanlı mücadele örneği olan Mavi Marmara davası ile ilgili olarak Erdoğan’ın “Bana mı sordunuz giderken?” şeklindeki beyanları ile saldırıda hayatını kaybeden “dava arkadaşlarını” Erdoğan’ın âli çıkarları uğruna yalnız bırakmasına karşın, Kılıçdaroğlu’nun iktidara geldikleri takdirde Mavi Marmara davasının tekrardan açılmasını sağlayacakları vaadi duymazdan geliniyor. Böylelikle, “dava”nın ağır yükü tazminat aracılığıyla omuzlardan alınmış oluyor ve mücadele söylemiyle ama gerçekte mücadelesiz geçen bir etkinliğin konfor alanının devamı da mümkün kılınıyor. Demem o ki bugünkü muhafazakâr cenahlar, İslâm’dan yoruldu artık. İslâm’ın vazettiği adalet ve hakkaniyet, onlara kaldıramayacakları kadar ağır bir sorumluluk yüklüyor. İslâm’ı ve gerektirdiği sorumluluğu yok edip gelecek kuşaklara İslâm nâmına bir şey bırakmama arzusundalar. Bu sebeple Erdoğan ve şürekâsının ürettiği “din düşmanı CeHaPe” gulyabanisine inanmayı tercih ediyorlar.
İslâmcıların kazanımlarının önündeki tek tehdit, Erdoğan’ın müstakbel zaferidir. Çünkü müstakbel muzaffer, artık kendisine bağlı olanları ilanihaye bağlı olmaya icbar edecek. Bağlı olanlar bağımlı olmaya mecbur kaldıkları için, Erdoğan onları her durumda bedavaya himmet etmeye çağıracak. Böylesi bağımlı bir kesimin hiçbir kaygısı ve endişesi muktedir nezdinde dikkate değer bulunmaz çünkü. İslâm başta olmak üzere bütün dinler, ancak ve ancak sivil toplumda yaşayabilirler; sivil toplumun dinamizmi içinde ve politik topluma mesafelendiği ölçüde dinsel saflık muhafaza edilebilir. İslâmcıların veryansın edip “gençlik deizme yöneliyor” diye fırtına koparmalarının sebebi gençlerin dinden ve dinî etik anlayıştan uzaklaşmaları değil, sivil toplumun askıya alınıp her toplumsal varoluşun devlete göbekten bağlanmasının zorunlu sonucu olarak gelişen tâbiyet görevidir. Din gibi toplumsal varoluşların çok sesli ve çok katmanlı yapısı, modern ulus-devletin homojen, çıkarcı, asık suratlı, varlığının buyurgan bir emir olarak telakki edilmesini isteyen ve daima hazırda bekletilen şiddet tekelinin sularında boğulur. İslâm sivil toplumdan uzaklaştırılıp politik toplumun sınır bekçiliğine mahkûm edildikçe semavi bir din olmaktan çıkar, siyasal iktidarın yeniden üretimini sağlayan hamasi ve ajitatif bir aygıta, Devlet’in dinine dönüşür. İslâm’ın bu şekilde araçsallaştırılmasından ve inananlar nezdinde gittikçe kıymetten düşmesinden, İslamcı figürler rahatsızlık duymuyorlar. Onların kararsız kaldıkları nokta AK Parti’ye ve Erdoğan’a oy verip vermemek değil, kararsızlıkları şurada: Müslüman mı kalalım yoksa İslâm’dan boşanalım mı? Müslüman kalacaklarsa, Erdoğan’a bağımlı olmaktan kurtulmak zorundalar.
Somutlaştıralım: İslâm’ın kamusallaşması ve Müslümanların kendi öz gücüne dayanarak, tutarlı ilkelerle ayakları üzerinde durabilmesi için Kılıçdaroğlu iktidarına ihtiyaçları var. Zira devlete entegre olmakla yitirilen safiyet ve dinamizm, ancak Kılıçdaroğlu iktidarı altında yeniden sivil toplumcu bir hareket olarak örgütlenerek kazanılabilir. Ama neden Kılıçdaroğlu? Neden yıllarca en galîz ithamlara maruz kalan bir partinin lideri Müslümanların kendi öz gücüne kavuşabilmesi için tek çıkar yol oldu? 2015’ten bu yana, Türkiye nasıl bir değişim ve dönüşüm yaşadı da Müslümanlar ile Kılıçdaroğlu’nun yolları kesişti? Sivil toplumun askıya alındığı ve din dahil her türlü değerin siyasal iktidarın paravanına dönüştüğü bir Türkiye Müslümanları Kılıçdaroğlu’na, Kılıçdaroğlu’nu da Müslümanlara kulak vermeye yöneltti. Müslümanlar İslâm için, Kılıçdaroğlu da iktidar için birbirlerine yaklaşmaya mecbur kaldılar.
Türkiye’de İslâmın değil ama İslâmîliğin ve İslâmcılığın etki alanının sınırını CHP’nin dönüşümü belirler. İslâmcılar ve/veya Muhafazakârlar, CHP’yi hangi noktaya kadar çekebilirlerse meşru ve sivil güçlerinin alanı oraya kadar genişleyecektir. Bu sadece Muhafazakârlık ve CHP özelinde geçerli bir kural değildir: Kürtlerin haklarının hukukî ve siyasî kabulünün de sınırını MHP’nin dönüşümü belirler. Kürtler, taleplerini MHP’ye veya Türk milliyetçilerine ne kadar kabul ettirebilirlerse, hakları o denli kalıcı olur. Keza laikliğin sınırı mütedeyyinlere kabul ettirildiği kadardır. Laik insanlar sivil ve meşru haklarını mütedeyyinlerin politik ve toplumsal rızasını alabildikleri ölçüde kullanabilirler. Çünkü eğer muarızın senin sivil ve meşru haklarını tanımazsa, sen bir şekilde devlet aygıtlarını (polis, bürokrasi veya ordu) işe çağırmak zorunda kalırsın. Onlar geldiğinde senin haklarının toplumsal niteliği ortadan kalkar; siyasal bir forma bürünür ve o durumda artık hakların değil, kazanımların olur. Kazanımlarını korumak için ya siyasal cürümler işleyeceksin ya da haksızlık edeceksin; çoğu zaman ikisini birden yapman gerekecek.
Türkiye’de, şimdi geçerli ve nesnel koşullar itibariyle, Kılıçdaroğlu’nun siyasal kaderi ile mütedeyyin kesimlerin dinsel kaderi ortaktır. Türkiye’nin somut koşullarının CHP’yi ve Muhafazakârları karşı karşıya bıraktığı tarihsel ironi, mezkûr kader ortaklığıdır. Müslümanlar kamusal alanda kendi öz güçlerine dayanarak var olurlarsa, devlet aygıtlarının gölgesinden kurtulup gerçekten muhatap alınan bir vatandaş kitlesine dönüşecek; öte yandan Kılıçdaroğlu’nun partiden elediği sekter kadrolar ve o kadroların saldırgan tabanı intikam almak için geri dönemeyecek. Kılıçdaroğlu bunun farkında, Muhafazakârlar ısrarla direniyor; çünkü İslâma karşı sorumluluk duymak, dinlerinin vazettiği bağımsızlık için çabalamak onlara ağır geliyor. İslâmcılara “kazanımlar” diye sunulan ne varsa kendilerinden bunun karşılığında İslâm’dan feragat isteniyor. Bir vaka olarak 14 Mayıs’ın İslâmcılar için imtihanı şu olacak: Din-i İslâm’ın adalet ve hakkaniyet ilkelerine sahip çıkıp hak ve hukuk mücadelesine mi girişecekler yoksa İslam’dan yorgun düşüp kazanım adı altında “bervech-i arpalık tevcih olunan” kişiler olarak mı yaşayacaklar?
_______________
Mehmet Sabri Akgönül, 1987 Diyarbekir doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Felsefe okudu ama bölümü bitirmeden okuldan ayrıldı. Bir süre gazetecilik ve tercümanlık yaptı. Ardından, İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi. Şimdilerde editörlük yapıyor.