2011 yılın Aralık ayı; zemheri bir kış günü. Hava buz kesmiş. Kısa bir yolculuk var, Bingöl’e gideceğim. İnsan Hakları Günü vesilesiyle Bingöl İHD bir toplantı tertip etmiş. İki konuşmacı var: Ben ve Roni Margulies.
Gıyaben tanıyorum Roni’yi ama yüz yüze gelmişliğimiz yok. O, Diyarbekir’e gelecek, ben onu havaalanından alacağım ve birlikte Bingöl’e doğru yola çıkacağız. Plan, bu!
Erkenden gidiyorum havaalanına. Beklenen uçak iniyor. Çıkış kapısında bekliyorum. Dışarı çıkar çıkmaz bir sigara yakıyor Roni, yanında bir arkadaşıyla birlikte gelmiş, merhabalaşıyoruz. İlk defa karşılaşıyoruz ama çoktan tanışmışız gibi bir ortam oluşuyor aramızda.
Doğru ya da yanlış mı bilmem, ama ilk intiba mühim, sonradan da pek değişmiyor. Birine dair yaptığınız ilk kodlama, sonradan onunla olan ilişkinize, muhabbetinize yön veriyor. “Kafa adam” diyorum içimden Roni için; içtenliğini, tevazuunu ve sohbetini seviyorum.
Sigarasını tüttürmesi geçince arabaya biniyoruz ama benim içimde bir şüphe; yol kötü olur da yolda kalırız diye endişeleniyorum. O sırada Bingöl’den arkadaşlar arıyorlar; yol durumunun pek iç açıcı olmadığını, zincirsiz kesinlikle yola çıkmamamız gerektiğini söylüyorlar. Aslında otobüsle gelmemizi tercih ettiklerini, böylelikle kendilerinin daha rahat olacaklarını, daha az kaygılanacaklarını belirtiyorlar.
Roni’ye soruyorum, biraz da benim tedirginliğimden olsa gerek, “Olur” diyor. Arabayı otogarın parkına çekiyoruz, Bingöl otobüsüne atlıyoruz. Diyarbekir tarafında pek sorun yok ama Lice’yi geçtikten sonra yol çetinleşiyor. Don tutmuş asfalt, sağ sola yalpa yapanlar, kayanlar, yolun iki tarafına sıra sıra dizilenler.
Bir gözümüz dışarda, sohbeti koyultuyoruz. Evet, yol kötü ama içerisi iyi; muavin çay da vermiş. Daha ne olsun! Otobüs duruyor bir ara. Bir otomobil hafif şarampole yuvarlanmış. İniyoruz, el atıyoruz her beraber, düşe kalka yola çıkarıyoruz. Eller buz, yüzler soğuktan mosmor; yola koyuluyoruz yeniden ve sağ salim Bingöl’e varıyoruz.
“Hep çay içmeyeceğiz değil mi?”
Dostlarla kucaklaşıyoruz. Olması gerektiği gibi çayı sürüyorlar önümüze. İçimiz ısınıyor. Yemeğe geçiyoruz; öncesinde ve sonrasında hemen elimize ince belli bardaklar tutuşturuluyor. Toplantıya az bir süre var; bir-iki kelimenin belini kırmak için bir kahveye oturuyoruz, masa hemen çayla donatılıyor. Böyle hayat bana güzel de, Roni’nin de sabrının bir sınırı var. “Hep çay içmeyeceğiz değil mi?” diye soruyor, muzip bir gülümsemeyle.
“Abi, bu şekil devam ederim ama senin işin hal çaresine bakacağız” diyorum. Rakıyı severdi Roni, hem de çok. Robert Kolej’den kalan bir sevdasıydı bu. Tabii yanımızda halden anlayan dostlar da eksik değildi, “Sen merak etme, Abi” dediler, “Bu toplantıyı kazasız belasız bir bitirelim, akşam kurarız sofrayı.”
Toplantıya gittik. Konuyu unutmuşum. İnternetten baktım. Panelimizin başlığı “Oluşacak Anayasada Farklılıkların Statüsü ve Yeni Medya Düzeni” imiş. Ne konuşmuşuz, ne anlatmışız hatırlamıyorum. Hatırladığım iyi ve coşkulu bir kalabalık vardı. Güzel sorular gelmişti, hararetli tartışmalar olmuştu. Yeni anayasa konusunda umudun zirvede olduğu günlerdi; her yerde anayasa konuşuluyordu, biz de karınca kararınca bu mevzuya katkıda bulunmaya çabalıyorduk.
Panel bitti, akşama kadar yine hoş sohbetler oldu. Arkadaşlar, beni yolculadılar Diyarbekir’e doğru, Roni ise Bingöl’de kaldı. Biraz çevreyi gezip sonra İstanbul’a dönme niyetindeydi. O günden sonra, sanırım bir kez daha Roni ile rastlaştık, bir-iki defa da telefonda hasbıhal ettik. Kader akabinde bizi aynı gazetede ve aynı sitede bir araya getirdi. O buzlu günde başlayan hukuk hep devam etti.
“Köşe yazarı olmanın manyaklığı”
Üslup sahibi bir yazardı Roni. Onunla taban tabana zıt fikirleri savunsanız da, o kendisini okutmasını bilirdi. Samimiyeti yazılarına nüfuz ederdi; onu okurken o satırların çalakalem, iş olsun diye değil, hissederek ve emek sarf edilerek yazıldığını anlardınız. Bağlardı bu da sizi o yazıya, sonuna kadar giderdiniz. İnatçıydı; fikirlerinden taviz vermezdi, gerekirse mahallesini karşısına almaktan çekinmezdi.
68 yıl kaldı bu dünyada Roni. Hayatından, ailesinden parçaları okurlarıyla da paylaştı. Yazdıklarına “hatırat” olarak nitelendirmezdi, onları bir “roman” olarak görürdü. “Romancılar, karakterlerini yaratır; benim karakterlerim ise zaten var olan insanlar, onları yazdım” derdi. 2018’de, “Ailem ve Diğer Yahudiler “ kitabı üzerine yapılan bir söyleşide, belki de ona bütün bir hayatını özetletecek, bir soru sorulur.
“Hep babanın ve büyükbabanın yaşayamadığı hayatları yaşamadan ölmüş olduklarından bahsediyorsun. Geri gelmeyecek yaşamlar… Sen hep yaşamak istediğin hayatı yaşamaya çabaladın. Becerdin mi?
Cevabı, mutmain bir insanın duygularını yansıtır:
“Becerdim desem çok ayıp olacak değil mi? Beceremedim ama şu anda öyle oldu. İsteyerek olmadı da. Ben şu anda soranlara emekliyim diyorum. Nereden emeklisin diyorlar, bir yerden emekli değilim ama emekliyim diyorum. Gerçeği şu: Ben şu anda tam zamanlı devrimcilik ve edebiyatçılık yapıyorum. Benim için hayat, devrimcilik, şairlik yapmak ve çok seyahat etmek. 17 yaşımda filan hayatımı kalemimle kazanacağım, devrim olacak ve ben çok gezeceğim diyordum. Gezme bölümünü bile başardım. Yani Taraf’ta çalışırken, Türkiye’nin her tarafını gezdim. Çünkü millet davet ediyordu. Türkiye’de köşe yazarı olmanın böyle bir manyaklığı var. Köşe yazarı her şeyi bilen, çok önemli, ulvi bir insandır gibi bir inanış var memlekette. Onun için davet ediliyordum. Şimdi devrimcilik ve edebiyatçılık yapıyorum. Nihayet becerdim gerçekten. Biraz da param olsa tabii ki çok daha keyifli olacak ama demek ki, hem o hem o olmuyormuş. Ama şu anda hiçbir şikâyetim yok doğrusu parasızlık dışında. O sorunu da ‘ya ben sana maaş bağlayayım’ diyecek olan birisi varsa böylece çözeriz. Bunun dışında valla her şey yolunda gidiyor.” (https://www.avlaremoz.com/2018/09/16/roni-margulies-ile-ailem-ve-diger-yahudiler-uzerine-soylesi/)
Devrim, şiir ve seyahat!
Hayatına bu üçlü mana katıyordu; Roni hepsini dolu dolu yaşadı.
Güzel ve hoş bir insandı, Allah rahmet eylesin…