Kur’ân sayfaları arasında âyet âyet ilerlerken insanın apaçık farkettiği gerçeklerden biri, hiçbir âyetin boşluğa inmediği ve âlemler Rabbinin asla boşluğa konuşmadığıdır. İnen her âyetin, genel olarak insanlık durumuyla ilgisi yanında, özel olarak dokunduğu bir insanî durum ve özellikle hitap ettiği bir muhatabı vardır. En başta Kur’ân’ın ilk muhatapları, ister mü’min olsunlar ister müşrik, bunun farkındadırlar. Bizatihi Kur’ân’ın bildirdiği üzere, inen âyetler mü’minlerin imanını arttırırken müşriklerin ise nefretinin artması buna delildir. Her türlü mel’anete bulaşmış haldeyken kimliklerini kavimlerinin en yücesi olarak inşa edenler iç âlemlerinin röntgeni ortaya konulup içyüzleri ifşa edildiğinde, bu durum onlarda elbette derin bir öfke ve nefrete sebep olmuştur.
Bu bağlamda, ilk sûrelerden başlayarak Kur’ân’ın itikadî düzlemdeki duruşun isabetine veya yanlışlığına ahlâk ve amele yönelik yansımaları üzerinden dikkat çektiği de görülür. Meselâ, istediği kadar doğru yolda ve doğru inanç üzere olduğunu iddia etsin, insanlara tepeden bakan, kibir kulesi inşa eden, ona buna küçültücü lakap yakıştıran, zayıfı ezen, fakiri süründüren, yetimin malını gaspeden biri nasıl doğru yolda ve doğru inanç üzere doğru bir insan olabilir ki?
Şu âyetler, iddianın gerçekle uyumsuzluğuna Kur’ân’ın amelî düzlem, yani fiil, davranış, yaşayış noktasındaki tezahürleri üzerinden nasıl dikkat çektiğinin bir örneğidir: “Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz” (Fecr, 89:17-20).
Bu âyetlerde de görüldüğü üzere, yetime ve yoksula, yani en zayıfa ve en korunmasıza yönelik davranış biçimi kişinin itikad, zihniyet, ahlâk ve yaşayış düzleminde isabet üzere mi, sapma halinde mi olduğunun en net şekilde test edildiği alandır. Boşluğa inmeyen ve boşluğa konuşmayan Kur’ân’ın ilk muhatabı olan toplumda kudretperestlik o derece güçlüdür ve insanlar o derece ‘iktidara tapınma’ durumundadır ki, yine Kur’ân zihniyet ve ahlâk düzlemindeki probleme erkekler ve kadınlar, özellikle de erkek çocuklar ve kız çocukları arasındaki yaklaşım ve davranış ayrımı üzerinden dikkat çeker. Kureyş müşrikleri, erkekliği güç simgesi görüp yücelttikleri için doğan çocukları erkek olduğunda sevinen, “Bir kız çocuğun oldu” haberini aldığında ise yüzü düşen insanlardır: “Onlardan birine kız müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir” (Nahl, 16:58). “Erkekler sizin olsun, kızlar da Allah’ın; öyle mi?” (Necm, 53:21) âyeti de onların bu noktadaki zihniyet, inanış ve anlayış zaafını açık şekilde ifşa etmektedir. Hele ki, sözümona namus derdiyle kız çocuklarının maruz kaldığı zalimlikler ve hatta cinayetler, güçperestliğin bir topluluğu inanış, anlayış, ahlâk ve yaşayışça nasıl bir düşkünlüğe yuvarladığının hazin bir tezahürü niteliğindedir.
Lâkin, bunların hiçbiri böyle düşünüp böyle davranan insanların yanına kâr kalacak değildir. Yaratan, yarattığı kuluna yapılanın hesabını sormaya elbette muktedirdir: “Ve sorulduğu zaman kız çocuğuna, hangi suçtan dolayı öldürüldün?” (Tekvir, 81:8-9).
Kur’ân, boşluğa konuşmadığı gibi, bugün için dünde kalmış bir zamana konuşuyor da değildir. Âlemler Rabbinin Kelâm-ı Ezelîsi olarak, her zamanın onda, onun âyetlerinde bir hissesi vardır. Dolayısıyla kime ve neye binaen öyle söylediğini ilk muhataplarının gayet iyi bildiği bu âyet de, sadece ‘düne ilişkin’ değil, aynı zamanda ‘bugüne dair’ bir âyettir. Sadece ilk indiği dönemin öncesine, Cahiliye şartlarına, Kureyş müşriklerine atıfla başlayıp bitiyor değildir bu âyetin dersi ve uyarısı.
Nitekim, otuz yıl kadar önce, biyoloji, tıp ve teknoloji alanındaki gelişmelerin insana ve hayata dair hesap dışı etkileri üzerine derin tahliller içeren Islam and Biological Futures isimli, “Ethics, Gender and Technology” (Ahlâk, Cinsiyet ve Teknoloji) altbaşlığını taşıyan kitapta (yazarı: Münevver Ahmed Enis) karşıma çıkan bir bulguyla ziyadesiyle sarsılmıştım. Kitapta ayrıntısı verilen araştırmalar, doğumdan önce cinsiyetin tesbit edilmesini mümkün kılan teknolojik gelişmeler sonrasında anne karnındayken aldırılan, açıkçası ‘öldürülen’ ceninlerin kahir ekseriyetinde cinsiyetin kız olduğu bulgusuna yer veriyordu. Öyle ki, bazı ülkelerde bu şekilde aldırılan ceninler arasındaki cinsiyet farkı kızlar aleyhinea dehşet verici oranlardaydı.
Bu bilgiyle yüzleştiğimde aklıma gelen ilk hususlardan biri, ‘kız çocuğu cinayetleri’nin Cahiliye döneminde kalmış bir olgu olmadığı, bilakis farklı suretlerde devam ettiği ve dolayısıyla âyetin içerdiği uyarı ve haberini verdiği ilâhî yargıdan yaşadığımız çağın da bir hissesinin olduğu idi.
Yaşadığımız toplum açısından ise, durum daha da dehşet verici bir manzara arzediyor. Çünkü ne yazık ki bu ülkede kadın cinayeti haberi almadığımız neredeyse tek bir gün geçmiyor. Yanısıra, önemli kısmı annesini korumaya çalışırken, bir kısmı da annesine karşı tehdit olarak kız çocuklarının babaları başta olmak üzere en yakınlarının eliyle öldürüldüğü olaylar da eksik olmuyor haberlerden. Kız çocuklarına yönelik, söylemeye dilimin varmadığı, bir kısmı yine ölüme kadar varan tacizler de maalesef bir diğer gerçeğimiz.
Düşünün ki, kadın cinayetlerini önleme çabasına adanmış bir platformun ortaya koyduğu verilerle, yılın ilk altı ayı üzerinden alırsak, bu ülkede 2021 için 131, 2022 için 164, 2023 için 147, 2024 için ise 205 kadın cinayeti vakası kaydedilmiş. Bundan ayrı, bir de şüpheli kadın ölümleri kısmı var. 2024’ün ilk altı ayında 117 kadın ölümünde cinayet şüphesi mevcut. Sadece bu yılın Haziran ayında 41 kadın cinayeti, 25 de şüpheli kadın ölümü gerçekleşmiş. Ve bu cinayetlerin yüzde 90’unun kişinin yakınları tarafından işlendiği raporlardan anlaşılıyor. İlk altı ayda aile içi cinayetlerde hayatını kaybeden çocuk sayısının ise 24’ü bulduğu yine raporlarda kayda alınmış durumda; ki bu cinayetlerin 17’sinde katillerin çocukların öz babaları olduğu görülüyor. Açıkçası, gerilim yaşadığı, boşanma aşamasında olduğu yahut resmen ayrıldığı kadından intikam almak için, onun yanında kendi çocuğunu dahi öldürebilen insanlar yaşıyor aramızda.
Haksız yere cana kıymayı bütün insanlığı öldürmekle eş tutan, bir canı kurtarmayı ise bütün insanlığı diriltmek gibi gören (bkz. Maide, 5:32) bir dine inananların kağıt üstünde nüfusun yüzde doksandan fazlasını teşkil ettiği bir ülkede olup bitiyor bu yaşananlar…
Her canı aziz bilmenin dersini bu kadar açık bir şekilde veren bir ilâhî kitaba iman ediyor olmasına rağmen güçlünün zayıfı öldürmede bu pervasızlığı karşısında ne yapılması gerektiği üzerine kafa yoran bir dindar kanaat önderi, bu ölümlerin önlenmesi için çaba gösteren bir dinî cemaat, inisiyatif ortaya koyan bir dinî vakıf, vatandaşının yaşama hakkını korumakla yükümlü yöneticileri bu noktada murakabeye tâbi tutan bir âlim hatırlıyor muyuz peki? Sabah akşam feminizme lâf ederek aileyi ve dini koruduğunu zannedenler içinden ne kadarı, erkek olmakla kadınların hayatına kasdetme hakkını dahi elde ettiğini zannedecek kadar canavarlaşan bu maçoluğa karşı bir eleştiri geliştirdi? Yüzü aşkın ilahiyat fakültesinde ders veren bini aşkın ilahiyat hocası içinden, Kur’ân’ın yaşama hakkının dokunulmazlığına dair apaçık uyarılarına ters düşen bu duruma karşı sesini ve sözünü yükselten, yanlışlığa dur diyen, doğrusu için çaba gösteren, çözüm için yol arayan kaç kişi çıktı şu ana kadar?
Kur’ân boşluğa inmedi ama, biz boşluğa bakar gibiyiz âyetler karşısında; âyetler ağır bir sorumluluk yüklenmiş halde inmiyor kalblerimize… Kur’ân düne değil bütün zamanlara konuşuyor ama, düne dairmiş gibi anlayarak kurtulduğumuzu sanıyoruz sorumluluğumuzdan.
Aksi takdirde, işin ucu üzerine düşeni yapmayan devletlûlara da dokunacak çünkü… Din ile memzûç zannettiğimiz ama dini anlama ve yaşama biçimimizi bozan kahrolası kimi törelere, geleneklere de dokunacak. Dolayısıyla o geleneği din bellemiş birileriyle aramız ve dolayısıyla birtakım ağlarımız, bağlarımız ve yaşama konforumuz bozulacak.
Hayır. Ortada apaçık bir gerçek var. Cana kıymayı kendine hak bilen ve bunu dünden bugüne töre, namus vs. diye pazarlamayı hep başarmış kahrolası bir rezilliğe din gayretiyle değil sahip çıkmaya kalkmak, suskun kalmak bile vebal içeriyor. Allah’ın verdiği cana kasteden bu rezil zihniyete, en küçük bir mazeret fırsatı sunmadan, dünyayı dar etmek ve bütün kapıları kapatmak gerekiyor.
Ancak o zaman insanları, gençleri dine çağırdığınızda bunun bir anlamı ve karşılığı olur.
Her gün kadınlar, çocuklar öldürülürken suspus olan bir dindarlık kimi neye çağırabilir, kime neyi anlatabilir, anlattığı şeye kimi nasıl inandırabilir ki?