Dilim ne uzadı, ne kısaldı altmış şu kadar yılda.
Küçük dereler gibi gerçi
Şırıldayan mısralar söylemeyi
Ve kıvrımlarıyla, akraba zihinlerde
Tanıdık resimler çizmeyi yer yer
Öğrendi öğrenmesine, fakat….
Fakat aklım, ‘kurra’ şairler gibi
Esip gürlemeyi öğrenemedi henüz;
Yalçın dağlar gibi başında kar tutmasını
Ve derin mağaralar içre
Gizemli dehlizlerle oyulmasını, oylum oylum,
Beceremedi, beceremedi henüz.
Yüreğimse hep, susmayı öğütledi,
Sessizliğin dilini öğretmek istedi bana:
“Ah yapabilsen, bir yapabilsen bunu!
Sevgili’nin dilinden dökülenler, o zaman
Kevser ırmağının suları gibi
Çoşup çağıldayacaklar!
O ırmağın yatağı olacak belki, şiirin de.
Ve bu ırmak, aşıkların kırk kanatlı aklını,
Delilerin cüretini takaraktan peşine,
Kaleleri basacak, kuleleri yıkacak,
Ta ki, yalnızca o ay yüzlü güzelin,
O ‘Büyük Gelecek’in bakışı şavkısın sularında.
Ta ki, saçlarını çözüp de, o iki dünya güzeli,
Girmek istediğinde suya,
Bir miraç ganimeti gibi
Topuğunu uzatarak şiirin dudağına,
Bala, süte ve şaraba çevirsin
Dünyanın ve ahretin bütün akarsularını…