Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBir savaş daha: İran- İsrail- ABD

Bir savaş daha: İran- İsrail- ABD

Bundan sonra ne olabileceğini kimse bilmiyor. Hamaney’in önünde iki seçenek var. Körfez ülkelerinin hepsine yayılmış ve sayıları 40.000’i bulan ABD askerlerinin konuşlandıkları üslere saldırmak, Hürmüz boğazını kapatmak, yukarıda bahsettiğim şekilde bir “kirli” nükleer silahı İsrail açıklarında patlatmak gibi kıyamet senaryolarına yol açacak şeyler yapabilir. Bu başta Körfez ülkeleri olmak üzere tüm dünyayı karşısına almak demektir. Diğer seçenek masaya oturup yenilgiyi kabul ederek nükleer uranyum zenginleştirme faaliyetinden vazgeçmektir. Hamaney’in bir yeraltı sığınakta dünyadan ve hatta yakın çevresinden kopuk bir şekilde yaşadığı söyleniyor. Bu şartlarda yaşayan o yaştaki bir kişinin ne kadar sağlıklı kararlar alabileceği şüpheli tabii.

Meslek hayatımın ilk yarısı Soğuk Savaş dönemine rastladı.  O döneme hafif nostalji ile bakacağım Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla bittiğinde hiç aklıma gelmezdi.  Ancak o dönemin belki de en büyük özelliği şimdi mumla aradığımız istikrara sahip olmasıydı. Bloklar belliydi.  Kimin ne tarafta olduğu da biliniyordu.  Duvarı atlayan pek olmuyordu.  Bir tek Mısır Nasır döneminde Sovyet blokuna yakınken, Sedat döneminde ABD ve İsrail’e yaklaştı.  Öbür tarafta da Şah zamanında İran Batı Blokunun bir parçası, hatta NATO benzeri Türkiye, Pakistan ve başlangıçta Irak’la birlikte ittifak üyesiyken, devrimden sonra Batı ile bağları koparmıştı.

Bu istikrarlı dönem sayesinde olabilecek ihtilaflar kontrol altında tutulabiliyordu.  Kore ve Vietnam savaşlarında Sovyetler ABD’ne karşı müdahil olmuyor, buna karşılık da sırasıyla Doğu Almanya, Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya’daki halk ayaklanmaları Sovyetler tarafından bastırılırken Batı onları rahatsız etmedi.  Afrika’da vekalet savaşlarında tarafların birini ABD, ötekini Sovyetler destekliyordu ama savaş bölgeyi aşmıyordu.  İsrail-Arap savaşları da yayılma tehlikesine yol açmıyordu. 1980 ile 1988 arasında devam eden İran-Irak savaşı da milyonları bulan can kaybına rağmen yine yayılmadı.  Hiçbir zaman da yayılma tehlikesinden bahsedildiğini hatırlamıyorum.

Soğuk Savaş sonrasında tek kutuplu dünyaya geçtik.  Sovyetler çökmüş, halef ülke Rusya muazzam ve buhranlı bir değişim içinde kıvrandığından dolayı kimseyi tehdit edemeyecek duruma düşmüştü. Hatta Yeltsin döneminde Rusya Batıya iyice yanaşmış, NATO ile ilişkiye girmiş, ortak toplantılar ve bir çeşit gözlemci statüsü kazanmıştı.

Putin iktidara gelip eski İmparatorluk ve Sovyet topraklarına göz dikmeye, ABD’de de Obama’dan itibaren ülkenin Avrupa savunmasında 1945’ten itibaren üstlendiği lider rolünü terk edebileceği izlenimi yaratılmaya başlayınca durum değişti.  Putin ilk önce 2008’de Gürcistan’a, arkadan da 2014’te Ukrayna’ya ilk defa saldırdığında ABD ve Avrupa kıpırdamamıştı.  Hatta Beşir Esat kendi halkına karşı kimyasal silah kullandığında bunun bir kırmızı çizgi olacağını iddia etmiş olan Obama harekete geçmemişti.  Gerekçe olarak da Irak, Libya ve Afganistan gibi Müslüman ülkeler ABD tarafından bombardımana tabii tutulduğunda neticenin hiç de iyi olmadığını söylemişti.  Biden da Afganistan’dan süratle ve onur kırıcı bir şekilde çekildiğinde ABD’nin artık dünyanın jandarması olmadığını açıkça değilse de zımnen ilan etmişti.

Trump’un birkaç adım daha ileri gittiği malum.  Meydanın daha Biden zamanında boş olduğunu hesaplayan ve bundan yararlanmak isteyen Putin Ukrayna’ya ikinci saldırısını yaptığında, Batının yine tepkisiz kalacağını sanıyordu.  Oysa Avrupa ve Biden döneminde ABD Putin’in yolunu kestiler.   Birkaç gün içinde Kyiv’i ele geçirip Ukrayna’yı ya tamamen zapt etmeyi ya da en iyi ihtimalle bir kukla devlet haline getirmeyi hesaplamışken Putin milyonu bulan zayiata rağmen çok fazla ilerleyemedi.

Trump iktidara gelmeseydi, belki de Putin savaşı kazanamayacağını hesaplayarak bir uzlaşma arayışına girecekti.  Ancak Trump’un kafaları karıştıran söylemi, güçlü adamlara duyduğu saygı ve imrenme, genelde de kaba kuvvetin üstünlüğüne inancı Putin’i yeni bir umut verdi.  Buna şüphe yok.

Trump’un hukuk tanımayan yaklaşımı Netanyahu’yu da muhakkak teşvik etti. Her ne kadar ülkemizde bazı çevreler başta Suriye olmak üzere bölgede meydana gelen gelişmelerin ülkemizin yararına olduğunu iddia etse de başlıca kazanç Netanyahu’nun olmuştur. Hamas’ı ve Hizbullah’ı en azından uzunca bir süre için devre dışı bıraktı, Suriye’de Esat’ların yerine kendisiyle yaşamayı kabul eden bir rejimle komşu oldu ve bu başarıların üzerine daha büyük lokmayı yutma yoluna gitti.

Aslında doğrusunu söylemek gerekirse İran’daki mollalar da kendisine malzeme vermekten geri kalmadılar.  Bir kere başta Araplar olmak üzere tüm diğer Müslüman ülkelerden farklı olarak İsrail devletini yok etmeyi kendilerine şiar ettiler.  Bunun ben bir tek nedenini görüyorum.  Baş düşmanları Şah zamanında İran’ın İsrail ile çok sıkı bir iş birliği vardı. Hatta Tahran’daki İsrail Büyükelçiliği devrimden sonra bir Filistin örgütüne verilmişti. Nasıl Şah rejiminin diğer büyük dostu ABD ile ilişkiler devrimden sonra şimdiye kadar onarılamayacak şekilde bozulmuşsa, İsrail’e mollaların bakış açısının nedenlerini orada aramak lazım.  Yoksa Mekke ile Medine’nin muhafızı olmakla böbürlenen Suudi Arabistan’ın dahi İsrail ile yaşamayı kabul ettiği bir ortamda İran’ın husumetini sırf ideolojik ve dini sebeplere dayandırmak mümkün değil.  Nitekim, İsrail’in başlattığı saldırılar üzerine Avrupalıların yaptıkları açıklamalarda İsrail’in kendini savunma hakkına sahip olduğu açıkça ve alenen belirtilir oldu.

İsrail’in elindeki en büyük sav tabii ki İran’ın nükleer araştırma programıdır.  Aslında bu araştırmalar yeni değil.  Daha Şah zamanında başlamıştı. O dönemde dahi ülkesini bir süpergüç haline getirmeyi hedefleyen Şahın bu faaliyetlerine kuşku ile bakanlar vardı. Gerçi Batı ittifakının bir parçası olduğu için pek üzerinde durulmadı. Üstelik iş birliği ABD ile yapılıyordu.  Devrim ile   birlikte bu iş birliği hemen durdu. Tabii dünyanın ikinci ve üçüncü petrol ile gaz rezervlerine sahip İran’ın neden nükleer enerjiye ihtiyaç duyabileceğinin açık bir cevabı yok.  Tahran’ı görmüş olanlar şehirdeki hava kirliliğinin benzeri olmayan ölçülere vardığını bilirler.  Demek ki amaç temiz enerji değil.  Kaldı ki amaç temiz enerji olsaydı, ülkemizin üç katı kadar bir yüz ölçümüne sahip İran güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerjilere yönelebilirdi.   

Üstelik İran, nükleer araştırma programını tam bir saydamlık içinde yürütmedi.  BM Atom Enerji Ajansının müfettişleri uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin en yoğun bir şekilde yürütüldüğü ve dağın içinde normal bombaların erişemeyeceği derinlikte kazılmış olan Fordo’ya giremiyorlardı. Ajansın 30 Mayıs’ta yayınladığı son kapsamlı raporda İran’ın son dönemlerde azalan iş birliği örneklerle anlatılıyor.  12 Haziran’da İran’ın Nükleer Silahların Yayınlanmasının Önlenmesi Antlaşmasından (NSYÖA) kaynaklanan yükümlülüklerini artık yerine getirmediğine ilişkin bir karar Guvernörler Meclisinde 19’a karşı 3 ve 11 çekimser oyla kabul edildi. Ülkemiz bu Meclise üye olsaydı nasıl bir tutum almış olabileceğini merak ediyorum doğrusu. Ajans açıklamalarında İran’ın uranyumu henüz silah yapacak ölçüde zenginleştirmediğini, ancak bunu yapmaya karar verirse birkaç hafta içinde yapabileceğini söylemektedir. Gerçi böyle bir silahı taşıyabilecek füze teknolojisine sahip olmadığı genelde düşünülüyorsa da, “kirli” olarak adlandırılan bir bombanın bir intihar komandosu tarafından gemiyle taşınıp İsrail sahillerinde patlatılması uzmanlar tarafından mümkün görülmektedir.


İran’ın bu davranışı ne yazık ki İsrail’e uzun süredir beklediği fırsatı verdi. Üstelik Hamas ve Hizbullah yenilmiş, Suriye rejimi çökmüş meydan boş kalmıştı.  Nitekim İsrail hava kuvvetleri her iki ülke üzerinde vızır vızır uçarak bölge üzerindeki hakimiyetlerinin ne kadar büyük olduğunu gösterdiler.  Zaten çeşitli yaptırımlardan dolayı iyice zayıflamış olan İran hava savunması da İsrail’e baş edemez halde olduğu için İsrail hava kuvvetleri bu ülke hava sahasında istedikleri gibi cirit atıyorlar.

Bu savaşın ne kadar süreceğini ve nasıl sonuçlanacağını tahmin etmek mümkün değil.  Yukarıda da belirttiğim gibi Putin birkaç gün içinde hedefine ulaşacağını sanıyordu.  Savaş dördüncü yılına girdi, biteceğe de benzemiyor.  Daha geriye bakıldığında Birinci Dünya Savaşı Ağustos 1914’te başladığında Fransızlar Noel Yortusunu Berlin’de, Almanlar da Paris’te kutlayacaklarını ilan etmişlerdi.  Neticede savaş dört yıldan fazla sürdü ne Almanlar Paris’e ne de Fransızlar Berlin’e girebildiler.

Netanyahu da bu savaşı iki haftada bitireceği iddiasıyla yola çıkmıştı. Ancak bu tür savaşların sadece hava saldırılarıyla bitmeyeceğini tecrübeler gösteriyor.  Ayrıca Fordo merkezini imha etmek için sadece ABD’de bulunan güçlü bombardıman uçaklarına ihtiyacı vardı.   Fordo’yu imha etmeden bitecek bir savaş ise İsrail’i şüphesiz daha zayıf bir konumda bırakacaktı.  ABD saldırılarının bu hedefe ulaşıp ulaşmadığı bu satırları yazdığımda kesin olarak bilinmiyordu.  Ancak elindeki 20 adet 13,5 tonluk süperbombaların 14’ünü bu saldırıda kullandığı açıklandı.

ABD’nin bu müdahalesini engellemenin son fırsatı, 20 Haziran tarihinde İngiliz, Fransız ve Alman Dışişleri Bakanlarının. İranlı karşıtlarıyla Cenevre’de yaptıkları görüşmeydi.  Bu görüşmede Batılılar İran’a uranyum zenginleştirmeden vazgeçmesini tavsiye ettiler. Zira hiç biri İran’ın nükleer enerjiyi barışçı amaçlarla kullanma iddiasına artık inanmamakta ve ülkenin herhalükarda nükleer silah edinmesinin önlenmesinin şart olduğunu düşünmektedirler.  Ancak 86 yaşında bir mutlak hükümdar tarafından yönetilen İran’da Dışişleri Bakanının böyle bir teklifi kabul etmesi mümkün değildi. Ve beklenebilecekler oldu.  ABD İran’ı tüm gücüyle vurdu.  

Bundan sonra ne olabileceğini kimse bilmiyor.  Hameney’in önünde iki seçenek var. Körfez ülkelerinin hepsine yayılmış ve sayıları 40.000’i bulan ABD askerlerinin konuşlandıkları üslere saldırmak, Hürmüz boğazını kapatmak, yukarıda bahsettiğim şekilde bir “kirli” nükleer silahı İsrail açıklarında patlatmak gibi kıyamet senaryolarına yol açacak şeyler yapabilir.  Bu başta Körfez ülkeleri olmak üzere tüm dünyayı karşısına almak demektir.  Diğer seçenek masaya oturup yenilgiyi kabul ederek nükleer uranyum zenginleştirme faaliyetinden vazgeçmektir.  Hameney’in bir yeraltı sığınakta dünyadan ve hatta yakın çevresinden kopuk bir şekilde yaşadığı söyleniyor. Aynen Hitler’in son günlerindeki durum gibi. Bu şartlarda yaşayan o yaştaki bir kişinin ne kadar sağlıklı kararlar alabileceği şüpheli tabii.

Belki bu nedenle kimisi halkın ayaklanarak mollaları devireceğini ümit ediyor.  Sahip olduğu tabii kaynaklar sayesinde dünyanın en zengin ülkeleri arasında olması gereken bu halk, iki nesildir mollaların baskısı ve yanlış politikalarının yol açtığı yaptırımlar altında fakirlik içinde yaşamaktadır.  Tahran’a 15 yıl kadar önce yaptığım son seyahatte teknoloji eksikliği nedeniyle cep telefonlarının dahi doğru dürüst çalışmadığını müşahede etmiştim.  Aradan geçen zaman içinde durumun değişmiş olduğunu sanmıyorum.

Dolayısıyla halkın mollalara sahip çıkacakları şüpheli.  Ancak onları kendi imkanlarıyla devirecekleri daha da şüpheli.  Üstelik alternatif lider de pek görünmüyor.  Devrik Şahın oğlu Rıza Pehlevi halkı ayaklanmaya teşvik ediyorsa da fazla bir takipçisi olmadığı anlaşılıyor.  Tabii ömrünün en büyük kısmı yurt dışında geçmiş, İngilizce ve Fransızcayı ana dili gibi ve belki de ondan daha iyi konuşan Pehlevi’nin Bulgaristan’da son Kral II. Simeon gibi geçici bir süreyle devletin başına geçmesi ideal olurdu.  Kendisi de zaten ille monarşiyi geri getirmek gibi bir iddiada değil. Ancak görebildiğim kadar yorumcular mollaları ancak askerlerin gönderebileceği ve onların kuracakları rejimin belki de daha sert olabileceği konusunda görüş birliği içinde sanki. 

Biraz da Türkiye’deki tepkilere bakalım.  İran’ın hele molla rejimi altında nükleer silah sahibi olmasından en fazla zarar görecek ülkelerin başında İsrail ile birlikte şüphesiz biz varız.  Dolayısıyla bu teknolojinin mollaların elinden alınması veya onların devrilip Batıya açık bir rejimin gelmesi en çok ülkemize yarar. 

Nitekim, savaş başladığında Dışişleri Bakanı Hakan Fidan tamamen AB paralelinde yorumda bulunmuş, itidalli konuşmuştu.  Cumhurbaşkanı ise bir süre suskun kaldıktan sonra beklenebileceği üzere Netanyahu’ya ateş püskürtmeye başlamışdı.  Tabii bu tutumun ilk sonucu ülkemizi savaşı sonlandırma gayretlerinin dışına itmek olmuştur.  İki tarafla konuşamayan bir ülkenin etkisi sıfırdır. Belki de tek yaptığı şey İran’ın görüşlerini Trump’a iletmek olmuştur. Ama zaten Ukrayna savaşındaki arabuluculuk denemelerinin gösterdiği gibi taraflarda anlaşma iradesi olmayınca arabuluculuk pek sonuç vermez.  Bu satırları yazdığımda Dışişleri Bakanlığının ABD saldırısı sonrası açıklaması yayınlandı.  ABD’nin kınanmamış olması dikkat çekti.  24-25 Haziran günlerinde Lahey’de düzenlenecek NATO zirvesinde Cumhurbaşkanının Trump ile bir araya gelmesi muhtemeldir.  Ağır bir eleştiri açıklaması Trump’un şimşeklerini üstüne çekerdi.  Dikkatli ifadelerde bulunmuş olması isabetli olmuş.  Umarım Cumhurbaşkanı ayrıca zirve gününe kadar ihtiyatlı bir çizgi takip eder.   

Beni esas şaşırtan medyanın ve yine her kanalda türeyen sözüm ona uzman kişilerin yaklaşımı.  İran’ın nükleer silah sahibi olmasının sakıncaları ve İsrail’in de tehditlere karşı kendini savunma imkânı olması gerektiğini söyleyen pek olmadı.  Genelde ülkemizde yaygın klasik Amerikan ve İsrail düşmanlığının etkisi altında mollalar savunulacak oldu.  Beni daha da şaşırtan ise solcu geçinenlerin mollalara sevdası.  Şah İranlı solcu ve komünist partisi Tudeh’in yardımıyla devrildikten sonra mollaların ilk işi eski müttefiklerini katletmek oldu.  Bizde solcu geçinen ama gerçek şiarlarının sol olduğuna pek inanmadığım bu çevrelerin bu katliamları görmezden gelmeleri gerçekten düşündürücü.

Sonuç olarak, tek ümidimiz ne kadar süreceği belli olmayan bu savaşın bize mümkün olduğu kadar az zarar vermesi.  Tabii iktidar için her şeyde bir hayır vardır demek mümkün.  Savaşın olası ekonomik etkileri iktidarın bu alandaki başarısızlıklarını örtmeye yarayabilir.

Ve belki mollaların hatırlaması gereken bir husus daha var: Orta Doğu’da kitle imha silahı kullanan veya kullanmayı tehdit eden liderlerin sonu pek iyi olmadı. Nükleer silah kullanamadılar ama kimyasal silahları kendi vatandaşlarına karşı kullanmaktan çekinmediler. Saddam Hüseyin ile Kaddafi canlarından oldular, Beşir Esat da ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. Ve tabii Trump’un müdahalesinin gösterdiği bir şey daha var: ABD gerçekten dünyanın tek süpergücü olmaya devam ediyor.  Fırlatılan 13,5 tonluk bombalar ve onları taşıyabilecek B-2 uçakları bir tek ABD’de var.  Rusya ve Çin’de yok. Bu saldırı aslında birçoklarının iddiasının aksine dünyanın çok kutuplu değil, önünde sonunda tek kutuplu olmaya devam ettiğinin  ispatıdır.  Herkesin hesabını buna göre yapması yararlı olur.      

- Advertisment -