32 günlük maraton sona erdi. 51 maçta 108 gol seyrettik. Fransız Antoine Griezmann, turnuvayı gol kralı olarak kapattı. Portekiz de tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonluğu'na uzandı.
UEFA şampiyona sonrası kamuoyuna bazı veriler açıkladı. Toplamda 2 milyar euroluk kupa var ortada. UEFA, yayın gelirlerinden bir milyar, sponsorluk ve lisanslamalardan 480 milyon, bilet ve ürün satışlarından da 400 milyon Euro gelir elde etti.
Rakamlar dudak uçuklatıyor. Ekonomik bakımdan devasa bir organizasyonla karşı karşıyayız. Buna şüphe yok. Peki, ya futbol! Sahadan bakınca karşılaşılan manzara ne? Ekonomide olduğu gibi futbolda da tatmin edici bir manzara var mı? Yoksa dağ fare mi doğurdu? Sıkıcı bir turnuva mı gelip geçti?
Bazılarının tersine, tatsız-tuzsuz ve yıldızsız bir turnuva olduğu kanısında değilim. Güzel bir turnuvaydı, ben çok zevk aldım. Ama Fransa-2016’nın sahada devrimi işaret eden bir değişime sahne olmadığını da belirtmeliyim. Oysa birçok kupada, futbolun kaderine yön veren radikal değişimler yaşanmıştı. Mesela, 1966, 4-4-2’nin damgasını vurduğu bir kupa oldu. Hücum zenginliği içeren ve Brezilya’ya 1958’de başarı getiren 4-2-4’e nazaran 4-4-2, daha dengeli bir futbolu yansıtıyordu. Takımlar uzun yıllar bu sistemle sahaya yayıldılar.
Total futbol depremi
1970’ler “Hollanda depremi” ile geçti. Rinus Michels’in önce Ajax’ta, sonra Barcelona’da ve nihayetinde Hollanda Milli Takımı’nda oynattığı “total futbol” futbolseverleri mest etti. Michels’in felsefesi, özünde, her futbolcunun her yerde oynamasına/oynayabilmesine dayanıyordu. Bunun için futbolcuların kondisyonu en üst seviyede olmak zorundaydı. Takım tempolu oynamalı, hızlı hareket etmeli, her bir oyuncu bunun gerektirdiği dayanıklılığa sahip olmalıydı. “Total futbol”, Hollanda’yı 1974’te ve 1978’te finale kadar çıkardı. Lakin 74’te Beckenbauer’li Almanya ve 78’de de Kempes’li Arjantin, Portakalların mutla sona ermesine mani oldu.
1986, 3-5-2’nin yılıydı. Artık 4-4-2’nin yerini 3-5-2 alıyordu. Danimarka’yı tarihinde ilk kez Dünya Kupası finallerine götüren Sepp Piontek’in taktiği kısa sürede futbol piyasasını sildi süpürdü. Neredeyse her takım kendini bu dizilişe göre yeniden biçimlendirdi. Öyle ki çok yaşayası Maradona’nın liderliğindeki Arjantin ile Rummenige komutasındaki Almanya, finalde aynı saha parselasyonuyla kozlarını paylaştılar.
Nakkaş’ın Tiki Taka’sı
2004 Avrupa Şampiyonasında zafer, savunmanındı. Otto Rehhagel, alan kapatan, oyunu kilitleyen ve rakibin pozisyon bulmasını güçleştiren bir Yunanistan’ı sahaya sürdü. Alman teknik adamın bu anlayışı çok tepki çekti ve Rehhagel’in futbolun ipini çektiği söylendi. Ama Rehhagel eleştirilere kulaklarını tıkadı, görevinin elindeki malzeme ile en iyisini yapmak olduğunu belirterek oynattığı oyunu savundu ve Yunanistan’a Avrupa Şampiyonu unvanını getirdi.
Rehhagel’e yanıt İspanya’dan geldi. Temellerini Michels’in attığı ve öğrencisi Johan Cruyff’un geliştirdiği total futbol, “nakkaş” Pep Guardiola’nın titizliğinde bir üst versiyonuna çıktı: Tiki taka. Her daim topa sahip olmayı öngören, sahanın her tarafında küçük üçgenler kurarak isabetli bol pasa ve verkaçlara dayanan ve oyunu rakibin sahasına hapseden bir sistemdi bu. Seyircinin gönlünü kazanan tiki taka, savunma futboluna da ağır bir darbe vurdu. Göze hoş gelen futboluyla İspanya tüm kupalara ambargo koydu. İspanya, Aragonés’le 2008’de Avrupa, Del Bosque’le de 2010’da Dünya ve 2012’de Avrupa Şampiyonluklarını kazandı.
Başlangıçta çok sert esen tiki taka kasırgası, zamanla pırıltısını kaybetti. Öteden beri tika taka’dan pek hazzetmeyen hocalar vardı; Löw gibi, Mourinho gibi, Ancelotti gibi… Her sistem gibi tiki takanın da eksiklikleri ve açmazları vardı. Karşıt hocalar vakit geçtikçe bunları çözdüler. Örneğin önceleri rakipler, top dolaştıran Barcelona ve İspanya Milli Takımından topu kapmak için koşturup duruyorlardı. Bu onların enerjisini emiyor ve onları oyundan düşürüyordu. Zamanla bundan vazgeçtiler. Topun peşinden koşup enerjilerini sarf etmektense en uygun zamanı kollayıp kaptıkları toplarla en hızlı şekilde karşı kaleye gitmeyi denediler. Ve bu taktikten başarılı sonuçlar da ürettiler.
Pas israfı
Ayrıca, seyircide rahatsızlık emareleri baş gösterdi. Pas iyi hoştu da, oyunu bayıyordu. Muazzam bir pas israfı vardı; iki topla kat edilebilecek bir mesafe on pasla geçiliyordu. Bu da tempoyu düşürüyor, oyunu yavaşlatıyor, heyecanı bitiriyordu. Löw bir söyleşinde “Futbolda gaye, en çabuk ve en kısa şekilde topu karşı kaleye taşımak ve gol yapmaktır. Kısa paslarla ve yavaş yavaş rakip sahaya gitmek bana uygun bir oyun değil” mealinde konuşurken, hız ve heyecan peşindeki seyircinin duygularına tercüman oluyordu.
Tiki takanın şifreleri çözülünce İspanya’nın büyüsü de bozuldu. 2014 Dünya Kupası’nda Hollanda karşısında 5-1’lik bir hezimete uğradılar. Şili’ye 2-0 yenildiler ve gruptan bile çıkamadılar. 2016’da İspanyollar için parlak olmadı. Türkiye’nin de yer aldığı grupta Hırvatistan’a 2-1kaybettiler ve üst turun biletini ancak ikinci olarak kapabildiler. İkinci turda ise İtalya’ya boyun eğip turnuvanın dışında kaldılar. (2-0)
Pası ihmal etmeyen ama daha hızlı ve akışkan bir futbol, tiki takanın önünü kesti. Ama 2016’da “yeni” sıfatını hak edecek bir sistem doğmadı. Oyuna bazı rötuşlar yapıldı. Turnuvaya bütüncül bir şekilde bakıldığında öne çıkan bazı hususları tespit etmek mümkün olur:
1. Kaleciler genellikle iyi bir performans sergilediler. Patricio (Portekiz), Lloris (Fransa), Neuer (Almanya) ve yaşlı kurt Buffon, takımları adına çok iyi işler çıkardılar. Günün futbolunda top, çok kıymetli; topu takımında tutmak için azami bir hassasiyet var. O nedenle topun nereye gideceği belli olmayan degajlar yerine, topu elle oyuna sokmaya dikkat ettiler. Keza kendilerine geri pas verildiğinde de, topu uzaklaştırmak yerine mümkün mertebe takım arkadaşına pas olarak kullanma gayreti gösterdiler.
Libero gibi kaleci
Aslında bu yeni bir durum değil. Daha önce Cruyff, Barcelona’da bunu denemişti. Sarı Fare, defansı orta sahaya yaklaştırıp takımı öne taşıdığında kaleci Andoni Zubizarreta’ya özel bir görev vermişti. Zubizarreta kalenin içine hapsolmayacak, ceza sahasının patronluğunu üstlenecek ve bir sarkık libero gibi daima oyunun içinde olacaktı. Böylece hem defans arkasına atılan toplara önlem alınacak, hem de oyun kurulması için yapılacak ilk paslarda kaleciden istifade edilecekti.
Önümüzdeki yıllarda kalecilere, Cruyff’un Zubizarreta’ya verdiği türden vazifelerin artarak verileceğini kestirmek mümkün. Bu da kalecinin ayak becerilerini de geliştirmesini mecburi kılıyor. Yani kaleciler artık daha “teknik” olmak zorunda.
2. Her takım sahada elinden geldiğince pres yaptı. 90 dakikada 100 kilometrenin altında koşanı artık takımdan saymıyorlar. Maçın ve rakibin zorluk derecesine bağlı olarak, 110-120 kilometre arasında koşmak giderek bir norma dönüşüyor.
Takımların gücüyle de orantılı ama yine her takım presi, rakip takımın ceza sahası önünde başlatmayı istiyor. Kalecinin ve defansın yan ve ileri pas atmalarını, rahat top kullanmalarını engellemeye çalışıyor. Geri pas verilen kaleciye mutlaka basılıyor, defans oyuncuları yan pas yaptıklarında karşılarında bir üçlü-dörtlü bir set görüyor. Artık rakibin kendi sahasından elini kolunu sallayarak çıkması dönemi kapandı. Böylece rakibin oyununu daha baştan bozulmak isteniyor. Muazzam presi bozmanın yolu, topu iyi kullanan ayaklardan geçiyor. Kalecilerin ve stoperlerin topla münasebetlerini ilerletmelerini zorunlu hale getiren bir diğer neden de bu.
3. Fransa’da dörtlü savunmanın tahtı sarsıldı. Bir süredir takımlar, dörtlü savunmayı esas alan, rakiplere ve maç içindeki duruma göre esneyen taktiklere (4-4-2, 4-3-3, 4-3-2-1, 4-2-3-1, 4-1-4-1, 4-5-1) sarılmışlardı. 2016’da ise üçlü savunma geri döndü. İtalya, bunu en iyi yapan takımdı: Hatta İtalya’ya başarı getiren sistem, Almanya’ya da ilham verdi ve Löw İtalya karşısına 3-5-2’den devşirilmiş bir 5-3-2 oyun planıyla çıktı.
4. Sağlam defans örgüsü ve sıkı pres nedeniyle serbest vuruşlar ve köşe atışları altın değerinde oluyor. Pozisyon üretmede güçlük çekilen ve oyunun tıkandığı noktalarda bu vuruşlar bir can simidine dönüşebiliyor. Ronaldo ve Bale gibi yetenekli bir ayak ya da rakibi şaşırtan yaratıcı bir hücum organizasyonu, skoru değiştirebiliyor. Bu büyük nimetten faydalanmak için futbolcuların vuruş tekniğini daha çok geliştirmeye yönelecekler, hocalar da vuruş/atış taktiği ve varyasyonlarına daha çok odaklanacaklar.
Turnuvaya, takımlara, hocalara ve futbolculara dair değinmek istediğim hususlar bitmedi; onlar da bir sonraki yazıya…