Anayasa ve Başkanlık Sistemi tartışması, 2016 yılının en önemli gündemlerinden biri olmaya devam ediyor. Bu tartışmanın tüm çevrelerde ve tüm mecralarda yapılması kuşkusuz son derece önemli. Bu tartışmalar sırasında çok çeşitli kavramların öne çıktığını görüyoruz. Bunlardan “Türk Tipi” veya “Türkiye Biçimi”, hattâ “Türkiye Modeli”, yine “milli ve yerli olmak”, anayasanın “yeni ve sivil” olması, en fazla dikkat çekenler olarak gözüküyor.
Anılan kavramlar, daha çok anayasanın niteliğine ilişkin referans olarak kullanılıyor ve böylelikle, yapılacak anayasaya ilişkin tezler geliştiriliyor. Örneğin “Türkiye Biçimi” ile “Milli ve Yerli Olmak” yaklaşımlarının, yapılacak anayasanın evrensel olanla ilişkisinde sorunlar üreteceği ileri sürülüyor. Yeni ve sivil anayasa kavramları bakımından da birbiriyle çelişen görüşler savunulabiliyor. Üzerinde tartışma yürütülen kavramların içeriklerinin, henüz somutluk kazanmamış olmaları nedeniyle, bu farklılıkların görülmesi son derece doğal. Elbette bu süreç sonunda, söz edilen kavramlar somut bir içeriğe kavuşacak ve belki de bu tartışma süreciyle çeşitli çevrelerde bir kavramsal mutabakat gerçekleşecek.
Tabii bu tartışmaların objektif bir zeminde yürütülmesi, niyet okumalarından uzak değerlendirmeler yapılması, dar çıkar siyasetinden uzak yaklaşımlar geliştirilmesi ve tartışmanın güncellik içinde boğulmaması, son derece önem taşıyor. Biz de bu çerçeve içerisinde ve kendi açımızdan tartışmalara mümkün olduğunca katılmanın gerekli olduğu kanısındayız.
İzleyen yazılarda, yeni ve sivil anayasa, anayasa yapım süreci, toplum-merkezli anayasacılık, aslî kurucu irade gibi konuları ele alarak tartışma sürecinde yer alacağız ve tabii tartışmanın bir noktasında yeni anayasanın bize göre olması gereken içeriğini — devletin bütün kuvvetleriyle yeniden yapılandırılmasına ilişkin ilkeler, hak ve özgürlük sistematiği, anayasal kurumlar meselesi, hükümet biçimleri/başkanlık sistemi ve ilgili diğer boyutlar üzerinden — ele alacağız.
Bu yazımızda “Türkiye Biçimi” ile “Milli ve Yerli Olmak” yaklaşımlarına ilişkin görüşlerimizi ifade etmeye çalışacağız.
“Türkiye Biçimi” ifadesi, değişik şekillerde cumhurbaşkanımız tarafından dile getirildi. Aynı şekilde, “Milli ve Yerli Olmak” vurgusu da cumhurbaşkanının çeşitli konuşmalarında yer aldı.
Cumhuriyetin kuruluşu sırasında oluşturulmuş olan hukuk düzeni ve devleti yapısı iktibasçı bir anlayışla hayata geçirildiği içindir ki, bugün “Türkiye Biçimi” kavramı öne çıkmakta. Yani, bu kavram, kuruluşun dışlayıcı, ulus, devlet ve hukuk yaklaşımına karşı geliştirilmiştir. Kural olarak, iktibas etmek, diğer deyişle aktarmak, tek başına bir olumsuzluğa işaret etmez; ancak bire bir iktibasçılık birçok sorun üretir. Bire bir aktarma şablonculuk olduğu için, alıcı tarafın kendine özgü yönleri dışarıda bırakılır; şablon içine alınan alanlar ise yerel rengini kaybeder.
Cumhuriyetin kuruluşunda Fransız modeli esas alınarak yapılandırılan devlet aygıtı, seküler laiklik anlayışı üzerine kurulan hukuk düzeni, faşist İtalya mehazlı ceza hukuku, İsviçre ve Almanya kaynaklı özel hukuk sistematiği, Anadolu’nun kimlik, inanç ve coğrafi çeşitliliğini gözardı eden, baskılayan ve çeşitliliği tasfiye etme pratiği üreten bir sisteme dönüşmüştür.
“Kurtuluş” sırasında, gerek Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunda, gerekse 1921 Anayasası’nda vücut bulan, Anadolu’yu kapsayan anlayış ve Anadolu’nun kapsayıcı felsefesi, ne yazık ki, 1924 yılında başlayan “Kuruluş”la birlikte terk edilmiştir.
Kuruluştan bugüne kadar yaşadığımız kimlik, inanç ve değerlere ilişkin tüm sorunların kaynağı, yukarda anılan şekilde yapılandırılmış olan, devlet ve hukuk düzeninin pratikleridir. Yani Türkiye’de temel çelişki; sınıflar arasında, sosyal kesimler arasında, ekonomik aktörler arasında, siyasi aktörler arasında ortaya çıkmamıştır. Temel çelişki, Devlet ile Toplum arasında oluşmuştur. Aydınlanmacı, modernist bir batılılaşma hedefiyle ve bire bir aktarma üzerine kurulu bir devlet aygıtı ve hukuk düzeniyle, “Türkiye Toplumu”nun tarihsel, kültürel, geleneksel ve sosyolojik yapısı arasında ortaya çıkan büyük çatışma, tüm sorunlarımızın kaynağıdır.
Bu nedenle, Türkiye toplumu olarak yeniden inşayı gerçekleştirmek, ikinci kuruluşu tamamlamak zorundayız. Büyük bedeller ödeyerek elde ettiğimiz cumhuriyeti, kalıcı olarak “demokratik cumhuriyete” dönüştürmek zorundayız. İşte bunu yaparken, Kuruluş’taki gibi bire bir aktarmaya dayalı iktibasçı bir anlayışla hareket edemeyiz. Ülkemizin tarihsel, kültürel, geleneksel ve sosyolojik özelliklerini esas alacağımız bir yeniden inşa süreci yaşamak zorundayız. İfade edilmeye çalışılan bu süreç, “Türkiye Biçimi”ni ortaya çıkaracaktır.
Hiçbir ülkenin anayasal sistemi veya siyasal yapısı, kendi yerelliğini dışlayarak kurulamaz. Kurulursa da, er ya da geç başarısızlığa uğrar. Bugün parlamenter sistem açısından başarılı örnekler olarak gösterilen Almanya ve İngiltere, başkanlık sistemi açısından en başarılı örnek kabul edilen ABD, yaşadıkları siyasal sistem ve hukuk sorunlarına rağmen başarılı pratiklerini, kendilerine özgü kurumlar, kurallar ve ihtiyaçlar temelinde geliştirdikleri sisteme borçludur.
Vurgulamak gerekir ki, yerelden bağımsız bir evrensel alan yoktur. Tam tersine, yerele bağlı evrensel birikimler vardır. Bu birikimlere, her yerelin farklı derecelerle de olsa katkısı vardır ve bu birikimler, her yerele aynı şekilde aittir.
“Türkiye Biçimi”, hem başka ülkelerin iyi uygulamalarından esinlenen, hem evrensel birikime dayanan, hem günümüzün hukuk ve siyasal sistem sorunlarına çözüm arayan, hem de ülke gerçekliğini esas alan bir modelin adı olarak anlaşılmalıdır. Böyle bir model, sadece klasik demokrasilerin bir örneği olmakla kalmaz; aynı zamanda 21. yüzyılın yeni demokrasi ihtiyacına da yanıt verebilir.
Elbette bu modelde, sınırlandırılmış kuvvetler olacaktır; özgürlükçü laiklik olacaktır; hak ve özgürlükleri özüne aykırı olarak sınırlamayan, sınıflandırmayan, tanımlamayan — yani hak ve özgürlükleri güvence altına alan — bir anlayış egemen olacaktır. Bu ilkelerin yanı sıra, örneğin mahalleden ülke yönetimine kadar bir yeniden yapılandırma gerçekleştirilirken, muhtarlıklardan, belediye meclislerinden, il genel meclislerinden, kalkınma bölgelerinden, belediye başkanlıklarından yola çıkan ve bu yapıları tasfiye etmeyen, ama reforme eden bir idari yapılanma da söz konusu olabilir. Diğer bir anlatımla, sistem reformu — kopuş anlayışıyla değil — süreklilik içinde, yeniden inşa anlayışıyla hayata geçirilebilir. Böyle bir kuruculuk, evrensel ile birlikte yerel olanı da esas aldığı için yerele özgü bir model ortaya çıkar ve işte buna “Türkiye Biçimi” denebilir.
Bu bağlamda, “Milli ve Yerli Olmak” hususlarına da değinmek gerekir.
Bu konu, Türkiye Toplumu olarak oluşturmaya çalıştığımız “Türkiye Milleti” kavramıyla son derece bağlıdır. Millilik ve yerlilik, demokrasiyle birlikte, Türkiye toplumunun ortak paydalarıdır.
Millilik ifadesi, ülke aidiyetini, tek millet olma iradesini içerir.
Yerlilik ise, inanç ve yaşam değerlerimizi; sosyal, siyasal, kültürel ve tarihi dinamiklerimiz üzerinden sorun çözmeyi tercih etmek anlamına gelir.
Bu iki kavramın birlikteliği, yurtseverliğe işaret eder. Yurtsever olmak, yani milli ve yerli olmak, evrenselle çatışmak anlamına gelmez. Yurtsever olmak, diğer yurt sahipleriyle husumet içinde olmak anlamına gelmez. Ancak yurtsever olmak, küresel ve bölgesel güç savaşlarında yurdunun ve o yurdun sahibi toplumun/milletin yanında olmak demektir.
Elbette yurtseverlik, siyasal açıdan demokrasiyle tamamlanması gereken bir alana sahiptir. Hangi siyasi görüş tercih edilirse edilsin, herkesin demokrasimizi korumak ve geliştirmek hedefine bağlı olması da yurtseverliğin bir parçasıdır.
Dolayısıyla yurtseverlik ve demokrasi ortak paydası üzerinden evrensel değer ve standartlarla bir sentez oluşturarak kendimize özgü siyasal toplumu hukuki yapıya kavuşturmak, bize ait bir modeli ortaya çıkaracaktır.