Genel seçimlere giderken stratejisini AK Parti karşıtlığı üzerinden yeniden kurgulayan HDP, sandıktan yüzde 13 oy ve 80 milletvekiliyle çıkarak başarılı olduğunu düşünebilir elbette ama bu stratejiyle hareket alanını ne kadar kısıtladığını ve Çözüm Süreci’nde edindiği kazanımları nasıl yitirmekte olduğunu yavaş, yavaş anlayacağa benziyor.
Bugüne kadar defalarca altını çizdiğim üzere, HDP’nin AK Parti karşıtlığı temeline dayalı stratejisi ancak muhalefet cephesi çözüme çok daha açıksa ya da şimdi görüldüğü gibi PKK çözüm değil çatışma arıyorsa mantık çizgisine oturabilirdi. CHP ve MHP’den oluşan muhalif cepheden çözümden yana bir çoğunluk çıkmayacağı bilindiğine göre, bu mantıksız stratejinin mantığının ne yazık ki ikinci şık olduğu tırmanan terör eylemleriyle ortaya çıkmış oldu.
HDP TBMM’de ilk kez bu kadar çok milletvekiliyle temsil edilirken, PKK’nın yönetici ve militanlarıyla Türkiye toplumuna entegrasyonu anlamına gelen çözümü bir yana bırakıp silaha yönelmesi Türkiye’den bakıldığında mantıklı görünmüyor elbette. Bir mantık çizgisi yakalayabilmek için konuya belki de sınırlarımız ötesinden bakmak gerekiyor. Bir süredir Suriye’nin Kuzeyinde kardeş örgütü YPG ile Washington’un havadan vurduğu Daesh’e karşı savaştığı ve HDP ile birlikte içeride ve dışarıda “AKP hükümeti İŞİD’e yardım ediyor” kara propagandası yaptığı göz önüne alınırsa, PKK’nın Türkiye’ye entegrasyondan çok daha fazlasını kazanma hayali gördüğü anlaşılıyor.
Aslında terör örgütleri, dünyayı olduğu gibi değil, hayal ettikleri gibi görür, kendi güçlerini hep abartırlar. Orta Doğu bataklığına girmemekte direnen Ankara’nın o bataklığı Türkiye’ye taşıma anlamına gelen Suruç katliamı ardından gerçekleştirdiği diplomatik manevrayla terörü tırmandıran PKK hedeflerini vurması ve daha da önemlisi bunu yaparken Batılı müttefiklerini arkasına alması hayal peşinde koşanların hesabını bozmuşa benziyor. KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar’ın önceki gün PKK hedeflerine yönelik operasyonun durdurulması ve Çözüm Süreci’ne geri dönülmesi için ABD’ye yaptığı çağrıyı başka türlü değerlendirmek mümkün değil kuşkusuz.
Brüksel’de Aydar’la yaptığı görüşmenin yanı sıra Avrupa Parlamentosu’nda da temaslarda bulunan HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın AB ve NATO’ya yaptığı çağrılar da benzer kaygıları içeriyor. Sayın Demirtaş, “AB, PKK ile Türkiye arasında müzakereleri çok açık ve belirgin bir şekilde desteklemelidir“ diyor ve NATO’yu da bir yerde PKK hedeflerine yönelik hava operasyonlarına karşı çıkmaya davet ediyor. Operasyonları “bütün dünyanın gözyaşı dökmesi gereken haksız ve adil olmayan bir savaş" olarak niteliyor.
Sayın Demirtaş’ın pusulası, Bakırköy Halk Pazarı’nda düzenlenen Barış mitinginde yaptığı konuşmada daha da şaşıyor. Davutoğlu’na “Sayın geçici Başbakan, bize talimat vermeyi bırak. Önce terörle arana mesafe koy. IŞİD terörüyle arana mesafe koy” diyerek bundan sonra da sokaktaki adamı bile güldüren “akı kara, karayı ak gösterme” stratejisine devam edeceği sinyali veriyor. Dahası, toplumsal tabanı çok da güçlü olmayan Barış Bloku ile “erken seçimde demokratik bir halk iktidarı yaratacağız" gibi sadece hayal ürünü değil aynı zamanda 60, 70’lerden kalma nostaljik söylemleri de dillendiriyor.
Sayın Demirtaş şiddete övgü ve çağrı içermedikçe dilediği söylemlerde bulunabilir, arzu ettiği stratejileri izleyebilir. Ama unuttuğu bir şey var: o da yanlış stratejilerin bir bedelinin olduğu gerçeği. Çözüme en geniş desteği veren toplumsal kesimi, AK Parti karşıtlığıyla dışlayarak bu süreçte yol kat edilebileceğini beklemek çok tatlı bir rüya olmalı ki tekrar, tekrar görmek için aynı stratejide ısrar ediliyor. Rüyaların sınırı olmadığı, HDP’nin İmralı heyetinin Öcalan’ın müzakere statüsünü belirleyen yasa talebinden de anlaşılıyor. Peki, kim çıkaracak o yasayı, HDP’nin yerden yere vurduğu AK Parti mi?
Bir önceki yazımda altını çizdiğim gibi, Çözüm Süreci’nin bundan böyle “Öcalan-HDP-Kandil” formatında yürüyeceğine, silah bırakmayla ilgili teknik görüşmelerin de “müzakere” olarak adlandırılabileceğine ben şahsen inanmıyorum. Büyük koalisyonun gerçekleşmesi halinde, CHP benimsemediği için mevcut çözüm formatı değişecek. Ama tekrar seçime gidilse, AK Parti yeniden tek başına hükümet olsa bile, HDP’nin aktif rol alacağı bir Çözüm formatının artık söz konusu olmayacağını düşünüyorum. Başbakan Yardımcısı Akdoğan’ın önceki gün HDP’nin Çözüm Süreci’ne –aslında AK Parti’ye- ihanet ettiğine ilişkin açıklaması bunun somut göstergesini oluşturuyor.
Demirtaş’ın hafta sonu gecikmiş olarak Van’da PKK’ya yaptığı “derhal elini tetikten çekme ve tahkim edilmiş ateşkese uyacağını ilan etme” çağrısı belki olumlu karşılanabilirdi. Barış mitinginde bu konuda sorumluluğu yeniden hükümetin üstüne atmasaydı elbette. Bu kafayla yanlış stratejisinin bedelini ağır ödeyeceğini düşündüğüm Sayın Demirtaş’ın hükümete yaptığı “bir an evvel diyalog için hazır olduğunu beyan etme” çağrısının karşılık bulması da iki temel nedenle son derece düşük bir olasılık.
Bir kere, terör örgütleri çatışmasızlık dönemlerini, İspanya’da ETA’nın sıkça yaptığı gibi, yeniden yapılanmak ve silahlanmak için kullanır. Örneğin Eylül 1998’den Şubat 2001’e kadar süren Lizarra süreci, İspanya’da “tuzak ateşkes” (tregua trampa) dönemi olarak kabul edilir. Bu tür dönemlerin ardından hükümetler genel olarak terör örgütlerini cezalandırmaya yönelik güvenlik ağırlıklı politikalara yönelirler. Nitekim ETA’nın terör eylemlerine dönmesi, Aznar hükümetinin terörle mücadele politikasını, Fransa ile işbirliği halinde, polisiye önlemlerle ağırlaştırması sonucunu doğurmuştur. Terör örgütünün 2011’de kesin silah bırakmasında alt yapısını göçerten ve liderlerinin ardı ardına tutuklanmasına yol açan bu politikanın da etkisi olduğunu kabul etmek gerekir.
Başbakan Davutoğlu’nun terör örgütlerinin eylemlerinin cezasız kalmayacağına ilişkin sözlerinden de anlaşılacağı gibi, önümüzdeki dönemde, PKK’nın ülke içinde ve dışındaki militanlarına ve silah yığınaklarına yönelik çok daha sıkı askeri/polisiye önlemlerin alınması sürpriz olmamalıdır. Ayrıca bu önlemlere son verilmesinin karşılığında PKK’dan sadece silahlı unsurlarını Türkiye’den çekmesi değil, aynı zamanda dünya örneklerinde olduğu gibi, silah bırakma yolunda somut adımlar atması da beklenecektir.
İkinci ve kuşkusuz çok daha önemli neden, PKK/HDP’nin taleplerinin ve siyasi arenada durduğu yerin dünyadaki örneklerden farklı olarak, temsil ettiğini öne sürdüğü halkın siyasi haklarından ve çıkarlarından yana olmamasıdır. Nitekim ETA gibi bağımsız bir devlet talep etmiyor, hatta federasyonun bir adım gerisinde yer alan “demokratik özerklik” talebini bile artık dillendirmiyor. Sayın Demirtaş’ın Barış mitinginde dediği gibi, HDP’nin, dolayısıyla PKK’nın amacı “AKP'nin bu ülkenin başına bela ettiği bu zihniyetten kurtulup artık özgürlüğe doğru giden yolu açmak” ise, burada Yeni Anayasa’yı ve Çözümü önceleyen bizim gibi insanlarla dalga geçen birileri var demek ki.
Seçimleri izlemek üzere İstanbul’a gelen El País’in Türkiye uzmanı yirmi yıllık dostum Juan Carlos, HDP’nin izlediği stratejiye şaşıranların başındaydı. Batasuna, Sortu, EH Bildu gibi ETA’nın siyasi kolu partilerin İspanya’da iktidar alternatifi siyasi partilerden biriyle beraber ötekinin karşısında yer alması ona tuhaf geliyordu çünkü. Hele düşman ilan edilen siyasi parti, Kürtlerin bireysel hakları bağlamında olsun, silah bırakımının demokratik yoldan sağlanması sürecinde olsun bugüne kadar en ciddi adımları atmışsa.
Şiddetle bağını gözümüzün içine baka, baka savunan HDP’ye bu yanlış stratejisinin bedelini en ağır şekilde ödetmek için evrensel demokrasiye inanan herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor kuşkusuz.