Türkiye’de çözüm süreci, kanlı bir geçmişi arkada bırakmak için başlatıldı. Gaye; sorunu şiddetin yörüngesinden çıkarmak, kamu düzenini güven altına almak ve Kürt meselesine siyasetin içinde bir çözüm bulunmasını sağlamaktı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da süreçten beklenen belliydi: Silahı ortadan kaldırılması ve demokratik-siyasi araçların hükümferma kılınması.
Sürecin başlaması kendi başına çok büyük bir değer taşıyordu. Zira uzun ömürlü bir çatışmanın ardından çözüm adına bir süreç başlatmak her zaman zordur. Fakat ondan daha zor olan, başlamış olan süreci sürdürmektir. Çünkü her ne kadar hiç bitmeyecekmiş gibi görünse de çatışmanın ebediyen devam etmeyeceği bilinir, taraflar bir noktada görüşme ihtiyacı hissederler ve müzakereye otururlar. Ancak müzakereleri iki tarafın da tatmin olmasını sağlayacak bir şekilde başarı ile nihayete erdirmek daima büyük güçlükler ihtiva eder.
Sürecin hattı
Bu nedenle çözüm süreçleri doğrusal ve tek bir hat izlemezler. Her süreç başarılı bir şekilde seyretmek için bazı koşullara ihtiyaç duyar: Şiddetin amaçların önünde bir engel haline geldiğinin görülmesi, sürecin yapısı ve hedefleri üzerinde uzlaşmaya varılması, müzakereleri yürüten aktörlerin yeterli donanıma sahip olmaları, güçlü arabulucuların devreye girmesi, tarafların esnek bir strateji üretme ve izleyebilme yetenekleri, halkın desteği, vb. gibi. Lakin bunların eksiksiz varlığı bile süreçte aksama veya kırılmanın olmayacağını garanti etmez. Her şey tamam olmasına rağmen yine de görüşme masası yıkılabilir, taraflar süreç öncesi konumlarına savrulabilir ve bu durum birçok defa tekrarlanabilir.
Hele bir de rahatlatıcı ve kolaylaştırıcı birtakım faktörlerden yoksun olduğunda süreç kaçınılmaz olarak darboğaza girer. Böyle bir durum, tarafların omuzlarına daha ağır yük bindirir. Hata yapmamak imkânsız olsa da böyle durumlarda tarafların mümkün olduğunca az hata yapmaları icap eder. Zira her hata ağır bedeller ödetir.
Bu çerçevede süreci açmaza sürükleyen birçok hatadan bahsedilebilir. Ben üç tanesinin öne çıktığını düşünüyorum: Zamanın kullanımı, aşırı muğlaklık ve taahhütlere uyulmaması. Süreç, doğası gereği birçok zorluğu içeriyordu. Yapısal hatalar da buna eklenince süreç akamet uğradı.
Laboratuvar ortamı
Çözüm süreçleri, bir laboratuvar ortamında yürütülmezler. Şartlar ve olanaklar hep sabit kalmaz, sürekli olarak değişirler. Bilhassa Ortadoğu gibi zamanın hızlı aktığı bir coğrafyada bu değişimin hızı ve boyutu daha büyük olur. Burada hemen her gün geniş kitlelerin kaderini derinden etkileyen olaylar yaşanır, bazı güçler etkisini kaybeder, yeni aktörler sahneye çıkar, eski dostlukların üzerine çizgi atılır, taze ittifaklar kurulur, vs.
Taraflar da elbette tüm bu olup bitenlerden paylarını alırlar, değişim onlara da tesir eder. Tarafların yolun başında sahip oldukları güç ve kapasiteleri zaman içinde artar veya azalır. İş tuttuğu ortakları değişir, hedefleri revize edilir. Kaderin yüzüne güldüğünü düşünen taraf talep çıtasını yükseltir. Her gelişme yeni bir değerlendirmeyi beraberinde getirir. Uzayan zamanla birlikte taraflar sürece farklı bir gözle bakmaya başlar.
Makul süre
Bir süreçte zamanın kullanımının hayati bir önem taşımasının nedeni budur. Zaman, yerinde kullanıldığında kapıları açan bir anahtar, gereksiz kullanıldığında ise yeni sorunların doğmasını sağlayan bir ebe olur. Doğru tayin edildiğinde sürecin önünü açan zaman, yanlış tayin edildiğinde telafisi zor sorunlar meydana getirir. Bu itibarla bir sürece girişen tarafların öncelikli sorumluluğu, zamana hassasiyet göstermeleri ve değişimden elden geldiğince az etkilenmesini sağlamak üzere süreci makul bir süre içinde bitirmeyi hedeflemeleridir.
Makul sürenin tespitinin kolay bir iş olmadığına şüphe yok. Bu, çözülmeye çalışılan problemin karmaşıklığına, taleplerin tevil edilebilirliğine, tarafların birbirlerine uzaklığına ve basiretlerine bağlı. Ancak zorluğuna karşın bir noktada süreç için bir zaman belirlenmeli. Karşılıklı olarak vazifelerini yerine getirmeleri için mühletler verilmeli. Tarafların bu mühletler içinde üzerine düşenleri yapıp yapmadığı denetlenmeli. Aksi takdirde gerek taraflar da ve gerek kitlelerde bıkkınlık oluşur.
Türkiye’de iki buçuk yıllık süre içinde önemli işler yapıldı. Süreç toplumsallaştı, barış fikri egemen bir fikir haline geldi ve hukuki altyapı hazırlandı. Elde edilen bu kazanımları hatırlatmak,hakkaniyetin gereği. Yani tüm süre boşa geçirilmedi, bazı noktalar aşıldı. Yarın öbür gün buzdolabından çıkarıldığında süreç bu kazanımların üzerinden şekillenecek. Bununla birlikte zamana kullanımıyla bağlantılı olarak iki büyük yanlış yapıldı:
Ucu açık süreç
İlki, sürecin ucu açık bir zamana yayılmasıydı. İlk etapta bu tavır anlayışla karşılanabilirdi. Fakat belli bir yere geldikten sonra bir zaman çizelgesinin oluşturulması, hangi adımların ne kadar süre içinde atılacağının tespit edilmesi lazımdı. Kamuoyu bu konuda bilgi sahibi olmalı ve belirlenen işlerin belirlenen sürelerde yapılması için taraflara demokratik bir basınç uygulamalıydı. Bunlar yapılmadı. Gerçi zaman zaman bazı tarihler telaffuz edildi ama bunlar tamamen keyfiydi. Herhangi bir denetlemeye de tabi değildi.
Bu süre zarfında önemli hadiseler meydana geldi. Yeni sorun alanları ortaya çıktı, denkleme tanıdık olmayan gruplar girdi. Rojava, süreçle irtibatlı bir meseleye dönüştü. PYD, IŞİD ve onların bağlantıları sürece doğrudan müdahil olmaya başladı. Bölgede bütün dengeler yerinden oynadı. Bir tarihle kayıtlı olmaması nedeniyle süreç bu olayların tesirine daha açık hale geldi. İlişkilerin giriftleşmesi, taleplerin değişmesi ve tarafların yeni bir pozisyon edinmesiyle beraber süreç direncini kaybetti ve sonunda derin bir yara aldı.
Süreci politik ajandaya bağlamak
Zamana dair ikinci hata, sürecin siyasi takvime aşırı duyarlı bir şekilde ele alınmasıydı. Taraflar kısa vadeli politik hedeflerini sürecin önüne koydular. 7 Haziran öncesinde tarafların aldıkları tutum, bu bağlamda oldukça öğreticidir. Seçim dönemi boyunca her iki taraf da tamamen birbirlerini hedef tahtasına oturttular. Birbirlerine karşı kampanya yürüttüler; AKP milliyetçiliğe, HDP ise Erdoğan karşıtlığına oynadı. Süreci güçlü bir biçimde sahiplenmeden kaçındılar, birbirlerini hırpaladılar ve oluşturdukları ortak zemini de aşındırdılar.
Böylece çözüm süreci ortada kaldı. 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de yapılan ortak basın toplantısından sonra dört ay boyunca süreci besleyecek tek bir siyasi hamle yapılmadı. Siyaset geri çekilince her yerde ve her zaman olan oldu, siyasetin yarattığı boşluğu silah doldurdu ve süreç bir darboğaza girdi.
Bir sonraki yazıda, muğlaklık meselesinin üzerinde duracağım.