CHP ve MHP’nin aksine HDP’nin geçici bakanlar kuruluna katılması doğru bir karardı ve önemli bir fırsata dönüşebilirdi. Çünkü makul olan, AKP ve HDP’nin çözüm ortağı olmalarıydı. Fakat kısa vadeli siyasi çıkarlar iki partiyi hiç olmamaları gereken bir yere savurdu. AKP ve HDP birbirlerinin “mutlak karşıtı” bir konuma sürüklendiler, birbirleriyle konuşamaz ve temas edemez bir hale geldiler. İşte anayasal mecburiyet altında olsa da bu iki partinin bir hükümette birlikte yer alacak olmaları, aradaki buzların erimesine katkı sağlayabilir, partiler arasında diyalog ve işbirliği kapılarının aralanmasını kolaylaştırabilirdi.
Başlangıçta HDP’nin tavrı da son derece müspetti. HDP, bakanlık ve isimleri tartışma konusu yapmadı, kendilerine hangi bakanlık verilirse verilsin ve hangi milletvekiline bakanlık teklif edilirse edilsin hükümete katılacağını açıkladı. Hem HDP’ye göre bu, sadece anayasanın öngördüğü bir zorunluluk değil, aynı zamanda kendilerine oy veren seçmenlerin de bir hakkıydı. Hükümete dâhil olmak, altı milyon seçmenin hakkının gereğini yerine getirmek demekti.
İki kriz
Meclis’teki vekil sayısına bağlı olarak HDP’nin üç bakanlık hakkı vardı. Ancak Levent Tüzel kendine yapılan teklifi reddetti. Parti politikasına mugayir bu tavra HDP tepki gösterdi ve 1 Kasımda yenilecek seçimlerde Tüzel’i milletvekili aday listesine koymadı. Sonuçta HDP geçici bakanlar kurulunda iki bakanla temsil edildi.
HDP’li bakanlar görevleri süresince iki krizle karşı karşıya geldiler. Birincisi, Eşgenel Başkan Demirtaş ile birlikte gittikleri Cizre’ye girememeleriydi. Hükümetin bu tutumu tümüyle yanlıştı. 1990’larda Lice’ye girmeyen Deniz Baykal’ı hatıra getiriyordu. Bakanların bir ilçeye girememelerinin izah edilebilir bir yönü yoktu. Kalabalık bir grubun Cizre’ye gitmesi güvenlik açısından bir risk oluşturabilirdi. Ama en azından Demirtaş’ı ve bakanları içine alan sınırlı bir heyetin Cizre’ye girmeleri ve yetkilerle görüşmeleri sağlanmalıydı. Hükümet, farklı alternatifleri gündemine almadı ve klasik devlet refleksiyle hareket ederek hata yaptı.
İkinci kriz ise, kabine içinde çıktı. Kültür Bakanı Yalçın Topçu, her iki HDP’li bakanın istifa etmeleri gerektiğini söyledi. İstifa etmemeleri durumunda ise Başbakan tarafından azledilmelerini istedi. Topçu’nun beyanları yakışıksızdı. Öne çıkmayı, rol kapmayı amaçlıyordu. HDP’li bakanlar buna dozunda karşılık verdiler. Ona hem aynı kabine olmanın gerektirdiği asgari nezaket kurallarını, hem de kendilerinin seçilmiş, onun ise atanmış olduğunu hatırlattılar. Topçu’yu seçmen iradesine saygı göstermeye ve haddini bilmeye davet ettiler. Bakanların argümanları haklı, Topçu’ya verdikleri ayar yerindeydi. Nitekim Topçu’nun sözleri hiçbir koparmadan ve hiçbir tesir yaratmadan gündemden düşüp gitti.
‘Savaş hükümeti’nden istifa
Krizler iyi idare edilmişken HDP’li bakanların istifa haberleri geldi. İstifaların verildiği Bakanlar Kurulu toplantısının ayrıntılarını HDP’li bakanlardan dinledik. Bakanlar Kurulu gergin geçmemişti. Sakin bir toplantı olmuş, saygı çerçevesinde görüşler ve eleştiriler karşılıklı olarak iletilmişti. Bakanlar istifalarını sunmuşlar, Başbakan da “birlikte çalışmak istediğini ama istifanın da bir hak olduğunu” belirtmiş ve istifaları kabul etmişti.
Ancak daha sonra yapılan yazılı istifa açıklamalarında toplantıdaki sakinliğin izlerini görmek mümkün değildi. İstifa metni zehir zemberek bir içeriğe sahipti. Bakanlar istifalarının istinat ettiği iki gerekçe vardı: Biri, Dolmabahçe Mutabakatı’nın Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmesiydi. Diğeri ise, hükümetin çatışmalı ortamı büyütmesiydi. Zaten mevcut hükümet bir “savaş hükümeti” niteliğini taşıyordu.
Kestirmeden ifade etmek gerekirse, bu gerekçeler ikna edici olmaktan uzak. Bir kere, Dolmabahçe Mutabakatı’nı Erdoğan’dan önce itibarsızlaştıran HDP ve PKK idi. Dolmabahçe’deki toplantının bitiminden hemen sonra Demirtaş’ın canlı yayında yaptığı açıklamalara ve aynı gün PKK yöneticilerinden gelen beyanlara bakıldığında HDP ve PKK’nin Dolmabahçe’den pek de hoşnut olmadıklarını görülür. Ama bu bir yana, Dolmabahçe’nin reddi yeni bir durum değildi ki! Bu, seçimden önce ortaya çıkmış bir durumdu. HDP’liler bunu bilerek hükümete girdiler. O gün hükümete girmelerine engel teşkil etmeyen bu hususun şimdi istifaya dayanak yapılması tatmin edici değildi.
İkincisi, çatışmaların alevlenmesinde PKK’nin tercihlerine hiç değinmeden yapılan değerlendirmeler de gerçekliği yansıtmıyordu. Seçimden sonra ateşkesi bozan, hendekler kazarak savaşı şehirlere taşıyan, devrimci halk savaşı başlattığını deklere eden, özyönetim ilanları ile fiili bir durum yaratmayan çalışan PKK değilmiş gibi çatışmalı halin yükümlülüğünü yalnızca hükümete yıkmak mantıkla bağdaşmıyordu. Hadi diyelim tüm bunlar göz ardı edildi, istifanın çatışmalara bağlanmasındaki problemi ortadan kaldırmıyordu. Zira unutmayalım ki, bakanlar daha hükümete girmeden önce çatışmalar vardı. Dolayısıyla dün hükümete girmeye mani olmayan çatışmaların bugün hükümetten çıkmanın bir gerekçesine dönüştürülmesinin inandırıcı bir tarafı yoktu.
Seçim hesabı
O halde bakanlar neden istifa etti? Her ne kadar HDP’liler bunu “ilkesel bir tavır” olarak sunmaya gayret etseler de, gerçekte bu, basit bir seçim hesabıdır. İstifalar seçim kampanyasının yöneleceği istikameti gösteriyor ve ardında, Ali Bayramoğlu’nun tespit ettiği üzere, birbiriyle bağlantılı üç amaç barındırıyor:
“1. Yaşanan çatışmanın tüm faturasını, savaşı keyfi bir iktidar kararı olarak tanımlayıp, AK Parti'ye, özellikle Tayyip Erdoğan'a çıkarmak,
2. Haziran seçimlerinde olduğu gibi Kasım seçim kampanyasını çatışmacı bir dille Erdoğan karşıtlığı üzerine kurmak,
3. Bunların gereği olarak AK Parti'yle her tür temas ve işbirliğinden uzak durmak.”
Bozucu siyaset
Hatırlanacaktır HDP’nin hükümete girmesi, kendisini destekleyen bazı sol kesimlerden tepki çekmiş ve hatta bakanlara yönelik Alevi kimlikleri üzerinden bir yıpratma kampanyası başlatılmıştı. Nedeni berraktı: AKP’nin mutlaka yalnız kılınması ve şeytanlaştırılması gerekiyordu. HDP’nin hükümet içinde olması ise bu oyunu bozuyordu. HDP hükümetten ayrılarak tekrardan 7 Haziran öncesindeki güvenli limanına çekildi ve kendisini destekleyenlerin oyununa şartsız teslim oldu.
Görünen o ki HDP, 1 Kasım için yine AKP’yi ve Erdoğan’ın doğrudan hedef alan bir kampanya yürütecek, bol bol saray ve diktatör metaforu kullanacak. Her türlü melanetin müsebbibi olarak Erdoğan’ı işaret edecek. Düşünün, hacda meydana gelen felaketin faturasını bile Erdoğan’a kesen, hacıların ölümünden dahi Erdoğan’ı sorumlu tutan bir HDP var ortada. Bu, inşa edici değil bozucu bir siyasi çizgi. Belli bir zemine dayanan Erdoğan karşıtlığı nedeniyle de bu çizginin takip edilmesi gayet kolay. Ancak bu çizgideki ısrar, HDP’yi ne olgunlaştırıyor, ne de siyasi alanının genişlemesini sağlıyor. Aynı yanlışa düşmemek için HDP’nin 7 Haziran sonrasına bir de bu açıdan bakmasında fayda var.