POLİTİK HUKUK-2
Türkiye’yi üstenci ve seçkinci bir tarzda ele alan bazı çevreler, Batı toplumlarıyla karşılaştırma yaptıklarında Türkiye toplumunu yetersizlikle tarif ederler. Hattâ objektif değerlendirme yapan kimi çevreler de Türkiye toplumunun formasyonel/davranışsal bilgi eksikliğine dikkat çekerler. Genel olarak bu tespitlere ilişkin çeşitli zeminlerde tartışma yapılabilirse de, konu siyaset alanı ve toplumun siyasi davranışı olduğunda, bunların son derece haksız tespitler olduğunu düşünüyorum.
Batı Avrupa’ya bakıldığında, İkinci Dünya Savaşından sonra siyasal sistem açısından toplumsal meşruiyete ilişkin bir mutabakat sağlandı. Klasik demokrasinin temel ilkesi olan milli irade, egemenlik açısından esas kabul edildi. Siyasi rekabet, milli irade esasına göre ve kriz çıktığında milli iradeye başvurma şartıyla, meşru bir mücadele olarak kabul edildi.
Elbette Batı Avrupa klasik demokrasisi, hem siyasal hem de hukuk açısından yetersizlikler taşıyor. Bununla birlikte, egemenlik ilkesine ilişkin olarak milli iradede sağlanan mutabakat, siyasi egemenlik krizlerini ortadan kaldırdı.
Oysa Türkiye’ye bakıldığında, siyasi egemenlik ilkesi konusunda milli irade üzerinden mutabakat sağlanmamış oluşu, temel problemdir. Türkiye’yi yönetenler, kurtuluş felsefesinden kuruluş felsefesine geçtiğinde egemenliğin ilkesel formu olarak bürokratik kurumsal yapıyı seçti. Bu seçim, milli iradeye karşı olan bir egemenlik anlayışını, yani bürokratik kurumsal egemenliği ortaya çıkardı. Bu yapı, bütün dünyada belki bu kadar berrak olarak sadece ülkemizde gözlenen, adına nötr-kurumsal faşizm dediğimiz, toplum düşmanı bir siyasal sistem üretti. Bu nedenle ülkemizde kadro hareketleri hiçbir yerde olmadığı kadar etkili siyasi aktörlere dönüştü. Ve yine bu nedenle Türkiye’nin kuruluş sonrası siyasal egemenlik savaşı, toplumsal egemenlik ile kurumsal egemenlik arasında bir savaş olarak gelişti. Bu konunun detaylarını ayrı bir yazıda ele alırız.
Bürokratik kurumsal yapı, milli iradeyi esas alan değil, milli iradeyi belirlemeye çalışan bir ideolojik kodla hareket etti. Bunun Türkiye toplumu açısından yarattığı en önemli sonuç, toplumun siyasal sistemle ilişkisinde çok-yönlü bir davranış kültürü geliştirmesi oldu. Toplum, kendi hayatını kolaylaştırmak için siyasal sistemle uyumlu bir ilişki görüntüsü vermek istediğinde bunu yaptı, ama arka planda kendi doğal ve nesnel gelişimini yaşadı. Bu süreçte, Türkiye toplumu “oy” enstrümanını çok etkili bir biçimde kullandı. Yeri geldiğinde hamle yapmak, yeri geldiğinde geri çekilmek için “oy”a başvurdu. Çünkü kendini korumak veya sistemi değiştirmek için “oy”dan başka bir imkânı yoktu. Bu nedenle, Türkiye toplumu “oy” enstrümanını dünyada en etkili kullanan toplumlardan birine dönüştü.
Örneğin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı desteklerken çok büyük bir hamle yaptı. Ancak bürokratik kurumsal egemenlik TCF’yi tasfiye ederken geri çekildi. Serbest Fırka denemesinde yeni bir hamle yaptı. Halkın yönelimini gören bürokratik kurumsal yapı, bu girişimi de engelledi. Çok partili sisteme geçildiğinin hemen ertesinde bu toplum “Yeter, söz milletin” diyen Demokrat Parti sürecine büyük bir destek verdi. 1960 darbesinden sonra Demokrat Parti çizgisini sürdüren Adalet Partisi’ni güçlü bir biçimde hükümet yaptı. Ancak Adalet Partisi’nin halkın talepleri doğrultusunda siyaset yapma becerisini zayıf gören bu toplum, Ecevit üzerinden bir değişim hamlesi yaptı. Eksik kalan bu hamlenin 12 Eylül darbesiyle kesilmesinden sonra, önce darbecileri gönderecek anayasa referandumuna “evet!” dedi; hemen üç ay sonra darbecilerin kefil olduğu partiyi (MDP) sandığa gömdü. Özal’lı Anavatan Partisi’ni hükümet yaptı.
Zaman içinde bürokratik kurumsal egemenliğin saldırılarını gören ve 28 Şubat darbesini yaşayan bu halk, 2002 yılında Ak Parti’yi denemeye karar verdi. Bu deneme, halk bakımından değişim için son derece etkili oldu. Halk da denemeyi istikrarlı bir tercihe dönüştürdü.
Ak Parti’nin 13 yıllık hükümet pratiğinde yaptığı değişimlere her aşamada destek veren Türkiye toplumu, son dönemindeki kibirli ve değişim sınırına gelmiş siyaset dilini cezalandırmak için 7 Haziran seçimlerinde Ak Parti’ye güçlü bir mesaj verdi. Bu mesajı, doğru algılayan ve tercüme eden Erdoğan’ın stratejik yaklaşımıyla, 1 Kasım’da hem istikrar hem değişim açısından Ak Parti’yi yine demokrasinin merkez aktörü haline getirdi. Erdoğan’ın merkez ve makro siyasetteki lider rolünü ise bir kez daha teyit etti.
Bu kısa tarihî gezintinin gösterdiği şudur ki, Türkiye toplumu sorun çözme becerisi bakımından ve çözüm yönteminde “oy” enstrümanını etkili kullanmak açısından dünya seviyesinde en başarılı toplumlardan biridir. Konu sadece seçimlere katılım oranının yüksekliğiyle ilgili bir nicelik meselesi değil. Örneğin Batı demokrasileri içinde yer alan Avustralya, Belçika ve Lüksemburg’da seçimlere katılım oranları Türkiye’den yüksek. Bu ülkelerde seçime katılmanın zorunlu tutulması bir etken olarak ileri sürülebilir. Ancak, İzlanda, Avusturya ve İsveç’te bir zorunluluk olmamasına rağmen katılım oranı Türkiye seviyesinde gerçekleşiyor. Ama yine de Türkiye toplumu bu ülkeler seçmenine kıyasla siyasi iktidar üzerinde daha etkili. Çünkü klasik demokrasilerde seçmen oy kullanmayı temsilcisini yetkilendirme/görevlendirme seviyesinde kabul ederken, bizdeki seçmen oy vermeyi egemenlik kullanmak, milli iradenin kurumsal egemenliğe karşı savaşında başarı elde etmek olarak görüyor. Oy üzerinden yetkilendirme ile egemenlik kullanma arasındaki fark, Türkiye toplumunu siyasal iktidar üzerinde etkili olmak açısından Batı toplumlarına göre daha başarılı kılıyor.
Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Türkiye toplumunun siyasal bilinci, toplumsal bilgisinden bağımsız olarak son derece gelişkin ve sofistikedir. Çünkü toplumsal bilgi tek başına sorun çözme becerisi sağlamaz. Batı toplumları, Batı kaynaklı toplumsal bilgi açısından çok daha kapsamlı bir kavrayışa sahip olabilir. Ancak onların bu kavrayışı, sorun çözme becerisi bakımından güçlü toplumsal/siyasal bilinç seviyelerine denk düşmeyebilir. Oysa Türkiye toplumu, Batı’nın toplumsal bilgisi açısından yetersiz kabul edilse bile, sorun çözme becerisi bakımından toplumsal/siyasal bilinci küresel seviyede en üst toplumlardan biri sayılabilir. Ayrıca Türkiye toplumunun, kalıcı ve güçlü orta sınıflaşmayla birlikte, bilgi talebinin hızla geliştiğini ve bilgi eksiğini kapatmak için büyük çaba içine girdiğini de not düşmek gerek.
Sonuç olarak, 1 Kasım seçimlerini Türkiye toplumunun sorun çözme becerisi bağlamında değerlendirmek ve Türkiye toplumunun siyasal bilincini sorun çözme becerisi üzerinden anlamak önemlidir. Aksi durumda, bu sonucu hiçbir kabul edilmiş kavramsal yaklaşım ve klasik demokrasi kodu açıklayamaz.
Türkiye toplumu, sadece Türkiye’nin içinde bulunduğu durum açısından değil, hem bölgesel hem küresel seviyede toplum ve siyaset ilişkisi konusunda, ayrıca 21. yüzyılın siyasal sistem ihtiyacı konusunda pozitif bir arayış içerisinde olduğunu gösterdi. 1 Kasım seçim sonuçları da içinde olmak üzere Türkiye toplumunun kuruluştan bu yana oy-siyasal sistem ilişkisinde oluşturduğu birikim, Türkiye’nin yeniden yapılanması ve dünya çapında örnek bir siyasal pratik oluşturulması açısından derslerle dolu. Bunu anlamak ve buna uygun bir vizyon geliştirmek, küresel seviyede siyasal pratikler oluşturmaya yardımcı olabilir; hattâ tek yol budur diyebiliriz.