İstanbul’un merkezinin tarihi yarımadadan (Eminönü ve Fatih) Beyoğlu yakasına taşınması yaklaşık yüzyıl sürmüş. Önce 19.yüzyıl ortasında saray ve çevresi Dolmabahçe ve civarına taşınmış, sonra 20.yüzyıl ortalarında Prost planı, Sultanahmet çevresinde yoğunlaşmış siyasal ve kamusal işlevleri Taksim meydanı ve Maçka vadisi çevresine taşıyarak süreci pekiştirmiş.Sultanahmet Camii’nin olduğu yer ve önündeki boşluk, İstanbul karşı yaka Beyoğlu’na taşınma süreci tamamlanıncaya kadar kadar hep kentin en önemli ve prestijli boşluğuymuş. Aynı zamanda da hem Bizans hem de Osmanlı İmparatorluklarının idari merkezleri olan sarayların yanında yer aldığı için kentin akropolünün sınırları içindeymiş. Saray deyince de 17.yüzyıl sonrasının Versailles, Schönbrunn ya da Dolmabahçe misali iki iri kanadıyla yekpare birer bina olan mutlakiyetçilik saraylarıyla karıştırmamak lazım, bunlar zaman içinde ve parça parça yapılmış çok sayıda bina, bahçe ve avludan oluşan eski saray kompleksleriydi ki Viyana’da ortaçağ şehrinin kıyısındaki Hofburg bunların ayakta kalmışlarındandır; tıpkı bir diğer ayakta kalanı Sultanahmet’in hemen öte yamacındaki Topkapı gibi. Sultanahmet Camii’nin altında ve ardındaki yamaçta yer almış Bizans saray kompleksi artık yok gerçi ama üzerindeki boşluğun sınırını çekip formunu belirleyek ve Cankurtaran tarafında meydanın altındaki toprağa dayanak olarak ayakta kalmış sırt duvarı Sphendon aracılığıyla bugün hala gözümüzde canlandırabildiğimiz hipodromla (antik dönemde kitlesel gösterilerin yapıldığı bugünün stadyumu benzeri iri yapılar) birlikte tarihi yarımadanın Marmara ve Boğaz’a uzanan burnunun (Sarayburnu) da en gösterişli zamanıymış. Ama burada artık o zamandan görünür çok az iz var. Uzun süre Hristiyan dünyasının en görkemli yapısı olarak kalmış Ayasofya’nın en anıtsalı, onun karşı köşesindeki Million Taşı’nın da en siliği olmak üzere bölük pörçük izler var o zamandan sadece.
Üstelik İstanbul, tarihinde Akdeniz coğrafyasının kent ideali Roma gibi tamamen boşalıp kış uykusuna yatmışcasına cansız geçen uzun yüzyıllar yaşamamış, tarihinde kesinti yok, hep ayakta kalmış, malum Bizans giderken, biterken, Osmanlı gelmiş ve başlamış. Roma’nın, imparatorluğun yıkılışıyla Hristiyanlığın merkezi olması (16.yüzyıl) arasındaki boşluğu türünden bir yokluk dönemi olmamış.Ancak İstanbul gibi görmüş-geçirmiş bir kentin travmadan tamamen azade bir tarihi olacağı da düşünülemez herhalde. Nitekim Haçlı seferleri güruhu kutsal toprakları zaptetmeye giderken Constantinopolis’in yağma ve talanını da ihmal etmemiş. Tabii ki yeniden ayağa kalkmış bu güngörmüş şehir.Ama kış uykusuna yatmakla talan edilmek arasındaki karşılaştırmanın düşündüreceğinin aksine bugün Roma’da o kadim, antik zamanın daha çok izi ve hatırası var. Yanlış anlaşılmasın, o zamanki haliyle değil tabii ki, iki türlüsü de var. 16.yüzyılda Papa V.Sixtus tarafından yeniden inşa edilip bugüne gelmiş. Bu Barok Roma’nın yeryüzü zarını yırtarak kendini gösterircesine yeni kent dokusunun arasına karışmış Panteon gibi, Hadrian tapınağı gibi ayakta kalmış binaları bunlar Antik Roma’nın.İki Roma’dan sözettim, hâlâ da geçerli bu ayrım. Biri bugünkü kentin de merkezi olarak işlev gören Barok Roma idi, diğeri de arkeolojik parkın antik Roması. Elbette de Sica’nın bisiklet hırsızlarına denk düşen bir üçüncü periferik Roma da yok değil. Antik ve Barok diye ikiye bölünen kısım metropolün kültürel, idari, ticari, turistik merkezi aslında. Her ne kadar arkeolojik parkıyla da uzak geçmişini merkezinde yaşatan bir kentse de, tabii ki muazzam forumları tiyatroları, bazilikaları, tapınakları, hipodromları,insuleaları hamamları ve saraylarının birbirine eklemlenip yekpare bir bütün olarak her devrin ideali ve rol modeli haline geldiğindeki başlıbaşına bir abide olmuş zamanlarında taşıdığı atmosferi canlandırmaktan çok uzak günümüzde. Roma kenti de zaten bu öncülüğünü ve ihtişamını da Roma İmparatorluğu’nun İngiltere’den Arap yarımadasına kadar siyasi şemsiyesi altına aldığı geniş Akdeniz coğrafyasındaki egemenliğinin damgasını sonraki ortaçağ kentleri ya da ulus devletler gibi bayrak ve flamaların grafik temsilleriyle değil, standardize edip tipleştirdiği bu binaların tüm kentlere dağıtacağı mütevazi modelleriyle, yani Roma’dalerin küçük ölçekli tekrarlarıyla vurmasına borçludur. Dolayısıyla esasen inşai standartlar kültürüne dayanan bu siyasal mekanizma kent dışındaki hegemonyasını da yolların, köprülerin, su yollarının inşasıyla pekiştirip sürdürecektir.Roma’yı model alan kentlerin en ihtişamlısı tabii ki önce onunla aşık atıp sonra rol de çalacak olan İstanbul’du. Dönem olarak Antik Roma, Constantinopolis’in karşılığıysa Osmanlı’nın baştan başa yeniden inşa edip şekillendirdiği İstanbul da Barok Roma’ya tekabül edecektir. Karşılaştırma sonuna kadar götürülecekse Tever nehrinin (Tiber) karşı yakası anlamındaki Trastevere’yi de, yine karşı yaka anlamındaki Pera ve Galata ile eşleştirmek gerekecek. Arada bir de Galata + Pera’nın şişmesiyle meydana gelip zamanla daha da yayılarak günümüzün merkezi olacak İstanbul var, ki Roma’da bu şekliyle bir karşılığı varsa da ben bilmiyorum.Antik Roma’nın fiziki izi Barok şehir tarafından ibaret de değil; koca Akdeniz kültür havzasının rol modeli ve şehir ideali olmuş bir kenti o virane haliyle bırakmaya da gönüller razı gelmemiş olmalı.(1) Nitekim adım adım, çöp torbasında mücevher arar gibi, o tozun toprağın arasından ayıklanmış parça parça yıkık yapıların sütunu, temeli, penceresi, frizi, alınlığı ayıklanmış hatta bazıları ayağa bile kaldırılmış. Onyıllar süren bu ayağa dikmenin ve Barok planın sonucunda iki Roma çıkmış ortaya; biri Panteon gibi antik binaları da kuşatıp içine almış hâlâ ayaktaki yaşayan kent, diğeri de onun hemen yanında kısmen düzene sokularak okunaklı kılınmaya çalışılmış Foro Romano, Fori İmperiali ve Palatino bölgeleri ki zaten başta Brunneleschi, İtalyan Rönesansına öncülük edecek ustalara yeniden başlama ilhamını verecek ve adeta bir ders kitabı gibi okunup öğrenilecek olan da bugün arkeoloji parkına dönüşmüş olan o ikinci Roma’nın Antikite artığı harabeleriymiş. Kent harabeleri Napolyon’un kuzey Afrika’dan alıp tüm Avrupa’ya saçtığı ilhamla bağımlılığa varan bir tutkuya dönüşmüş ve en çelimsiz kentler bile kendi antikitelerini evin büfesinde sergilenen aile yadigarı tabak-çanak misali, baştacı edip, birer statü sembolüne ve övünç kaynağına dönüştürmüşler. Ruinemania (harabe çılgınlığı) diye adlandırılan bu eğilimin sınır tanımazlığı sonunda John Soane’nin 19.yüzyılda yeni tasarladığı Londra’daki Bank of England binasının projesini kimbilir kaç çeyrek/yarım/tam yüzyıl sonra bürünmesi muhtemel harabeye dönüşmüş temsili ile ifade etmesine kadar varmış.Ama ne yazık ki bırakalım bu dizginlerinden boşanmış aşırılıkları, İstanbul ne yazık ki bu eğilimin en makul ve mazbut esintilerinden bile hiç nasiplenmediği gibi üstelik de onların hepsinden daha zengin ve kıymetli antikitesine sahip çıkmayarak tam bir mirasyedi gibi harcamış. O nedenle hâlâ üzerindeki sınırını belirlediği boşlukla ve dökülüp-saçılmamış sırt duvarıyla hipodromdan, surlardan, Bozdoğan kemerinden Ayasofya’dan ve kimi müzelerde olmak üzere bölük-pörçük ve koskoca metropole dağılmış haldeki parçalardan başka şey de kalmamış güneşin altında.Peki artık çok mu geç? Epeyce, ama tamamen de değil. Çalışkan arkeoloji camiası ve kültürperver şahıs ve cemiyetler en azından kaydını tutmayı, yani kağıt üzerindeki yeniden-üretimini ihmal etmemişler bu kıymetli parçaların. Büfelere girememiş parçaların atılıp-satılmamış kısımlarını evin bodrumunda ve yüklüğünde aramaya devam etmek misali, kağıt üzerinde birbirine iliştirilebileni günün birinde maddeleşmiş haliyle de ilintirendirmek mümkün olur umuduyla, zamanı geri saramasak da telafi edecek gün gelir belki diye. Bunlardan biri de genç yaşında Prehistorya ortamında mimarlık pratiğinde de tecrübe kazanmış Mimar Sinan Omacan. Yılmadan ve ara vermeden düşünmeyi, hayal kurmayı sürdürmüş olarak mimar ehliyetli master öğrencileriyle Bilgi-Mimarlık’daki atölye çalışması imkânının bir sömestrini bu konuya ayırdı ve binaya endeksli alışılmış mimarlık programlarından ve problem tanımlarından farklılığı nedeniyle risk almayı gözüne kestirmiş öğrencilerinin de heves, enerji ve performanslarını kendi motivasyonu doğrultusunda seferber edince, birlikte tarihi yarımadada yapılabilecek gerçekçi bir arkeolojik park projesi için konsept ve fikirler geliştirmeyi bir sömestrin atölye çalışmasına dönüştüren bir kollektif oluşturabildiler. Bu sefer o kollektifin atölye çalışmasının bazı ürünleri ve malzemeleriyle arkeoloji parkı konusunun tamamen kapanmış yitik bir hayal olmadığı konusunu işlemeye çalışacağım. Sadece bu kentin ve sakinlerinin, hatta dünya kültür mirasının bile değil, uzaktan kapıldıkları büyüsünü bir de deneyimlemek üzere yollara düzülmüş turistlerin de hakkı herhalde böyle bir park; “Marka şehir” gibi daha en başından demode klişelerden bezmiş okurlar için de kalıcı bir başvuru kaynağı olur belki diye paylaşıyorum burada. İstanbul’a marka nesnesi aramak uğruna nice nefesler, zamanlar mürekkepler, mali kaynaklar, harcamaya gönüllü olanlara rastladıkça dönüp yeniden bakmayı isterler belki diye…
Başlıca iki boyutu var İstanbul’un arkeoloji parkı konusunun. İlki Sultanahmet meydanının Topkapı Sarayı- Beyazıt-Marmara sahil bandı arasında arkeolojik parkın parçası olabilecek nesne ve alanlarla eklemlenmesi yani tarihi yarımadanın arkeoloji parkı olarak yorumlanacak genişce bir bölgesinin başlıca odağı haline gelmesi. Bu çok önemli, çünkü Sultanahmet olmadan birarada hakkı verilmiş bir arkeolojik park haline gelemeyen bu bölge, cevheri ortaya çıkarılmış bir Sultanahmet meydanının gücüyle ilk elde hemen Roma’nınki kadar anıtsal ve çekici olamasa da İstanbul’a yakışır cazibe odağı haline gelme potansiyeli taşımaktadır. Tabii bu rolü oynayabilmesi için önce kendine çeki-düzen vermesi ve ışığını yakın çevresine saçacak seviyede bir cazibe odağına kavuşmalıdır, ki bu da işlediğim konunun ikinci ayırdedici boyutudur. Ayrıca bu sürecin de yapılı çevre üretiminin en hassas, zahmetli ve belirsizlikler içeren konusu olacağının da adını baştan koymak gerekir, çünkü her şeyden önce yüzyıllarca toprağın altında kalmış çok kıymetli ve benzersiz bir malzeme stoğu sözkonusudur ve işin gerektirdiği hassaslıkla, kazı yapma işinin doğasından kaynaklanan kabalık ciddi bir kontrast teşkil etmektedirve toprak gibi homojen ve kazarken her zerresine aynı davranılmaya alışılmış bir iş her zerresi ayrı bir nadidelikte olabilecek bir ortamda yapılmaktadır. Kaydı ne kadar sağlam tutulmuş olsa da yüzyıllardır gömülü duran bir malzemenin yerini, izini kestirme olanağı yoktur, ayrıca izler hassas sürülebildiğinde dahi, bulunacak olanın hangi ölçüde sağlam ve bütünlüklü bulunacağını kestirmek de mümkün değildir. Arkeolojik kazı deneyimi çoğunlukla yerleşme olmayan boş alanlardan edinilmiştir ve hele ki bir metropolün dikkat dağıtıcı ortamı hassasiyet için gerekli konsantrasyonu bozucu dağıtıcı bir rol oynayacaktır; kısacası sözkonusu bölgede önereceğim sürecin başlatılması halinde elimize geçecek şeyler hakkında bugünden ayrıntılı bir kestirimde bulunmak olanaksızdır. Ama öte yandan da bölgeyle ilgili toplanmış ve çalışılmış malzemenin ve iyi yapılmış iyi bir projenin işin kalitesini yükselteceğine de kuşku yok.Sinan Omacan liderliğindeki sözünü ettiğim grubun bu vaka için yapılmış çalışmasından kazı ve sonraki kullanım stratejisine ilişkin birarada da uygulanabilecek başlıca iki yol haritası olduğu sonucu çıkıyor. İlki, hipodromu esas almak; hakkında en detayda kestirimlerde bulunulabilecek ve parçaları iliştirilip bütünlenebilirse oradaki en hacimli bütün olacağından ve önce Sultanahmet, sonra da yarımadanın Sarayburnu yarısı bölgelerini domine ederek bütünleyeceğinden. İçinde tribünden izlenen müsabaka veya gösteri yapılmayacaktır kuşkusuz ama aşağıda sunduğum perspektiflerin gayet iyi şekilde canlandırdığı gibi hem zemin kullanımlarının kentle uyumu, hem de çevresel etkileri değerlendirme (ÇED) kriterleri açısından fevkalade sonuçlar doğurmaktadır. Kente ve evrensel kültür mirasına katacağı paha biçilmez değer bir yana, bugün hangi mimari çözüm toprağın altında gömülü ve kağıtlarda çizili duran bu kadim projeden daha yerine uygun cazip bir mekânsal değer ve kalite yaratabilir? Diğeri de kısmen Sultanahmet külliyesi altında kalmış saray artıklarının peşine düşüp orayı canlandırarak bu işe girişmek tabii en iyisi hipodrom ve sarayın birlikte ele alınarak yürütülmeleri, ama her durumda “kervan yolda düzülür” şiarını içe sindirmek gerekecek.İstanbul analizleri üstüne kurulu yazılarım bu kente yabancı okurlar için yabancı oluyordur kuşkusuz ama sırf burada oturup bildiğimden değil, tarihi ve şimdiki kozmopolit çeşitliliğiyle de üzerine düşünüp yorumlamaktan kendimi alamayacağım bir kent, bu kez bir de Roma’yı işin içine katmak zorluğu artırmış olabilir ama hem simetrik geçmişleri hem de İstanbul’un mahrum olduğu antik kent izlerini ayakta tutmuş olmasıyla konu edilen özlemin kaf dağı ardındaki bir fantazi değil düpedüz uygulanabilir bir vizyon ve strateji olduğunu göstermek bakımından kullanışlı olacağından bu karşılaştırmadan kaçınmadım, yakında arka arkaya seçimler var, geçen sefer yazdığım Kağıthane kent parkıyla birlikte bakıldığında ne yazık ki bu iki genç mimarın ve gruplarının ürettiği düşünülmüşlükte ve gerçeklik seviyesinde projeleri önümüze koyacak bir partinin çıkmayacağını da biliyoruz. Hem de büyük bir hafriyat olmaktan öte anlam taşımayan ama hava koridorlarından birini Boğaz’ın taklidini yapmak üzere suyla dolduracak binyılın gafı kanal fantazisi gibi çılgından ziyade cinnetlik projelere ayrılmış çılgınca maliyetli girişimlerin oldukça küçük paylarıyla bu türden projelerin uygulanabileceğini bilmek politika karşısındaki kahredici ilgisizliğimizi pekiştirmez de ne yapar? O incelikte hesap işim değil ama uğruna koca kuzey yeşilinin kurban verildiği 3. otoyolun köprüsünün de değil, sadece asfalt dökülmesinin bedeliyle bile gerçekleşeceğine emin olduğum Kağıthane ve Sultanahmet projelerinin üniversite ortamı dışında da konu edilebilmesi için ille proje yöneticileri Mehmet Kütükçüoğlu ve Sinan Omacan’ın bizzat parti veya belediye başkanı olmalarını mı bekleyeceğiz? Üstelik sadece kendi potansiyelleriyle ve onları okumayı bilen işbilir aydınlarıyla İstanbul’u aynı anda hem daha da fazla kendisi, hem Roma hem de Londra yapacak uygulanabilir hayallerden uzak durmaya sırf bu partilerden birine oy vermek uğruna mı katlanacağız? Benzeri projeleri ve alternatiflerini uygulamak, toplumu ve kaynaklarını yönetmeye talip olmuşların işi değil mi? Yoksa bunları yapmak da derin devletin ya da parallel yapıların vazifesi haline geldi de bizim mi haberimiz yok?______________________(1) Tabii asıl belirleyici olan Papa’nın Roma/Vatikan’nın ikametgâhı olmasıyla birlikte bu kez de Hristiyan dünyasının başkenti statüsüne yükselmesiydi.