Ana SayfaYazarlarNâzım ve döneminin trolleri

Nâzım ve döneminin trolleri

Yukarıda solda, yazarlığının yanısıra hem sayısız defa görüş, ideoloji, patron, dergi, gazete ve parti değiştirmesiyle, hem de bu virajlara eşlik eden kavgacılığıyla ünlü Peyami Safa. Sağda, Nâzım’ın “Galatasaray’ı dönünce orda” diye tarif ettiği, Nuri Cemil’in belki 1920’lerin sonları veya 30’ların başlarında “bir gece eşiğinde sızdığı” İş Bankası Beyoğlu şubesinin bugünkü görüntüsü.

[4 Haziran 2020] Bir. Giriş yerine.

Yıllardan 1941, mevsimlerden ilkbahar. Türkiye Cumhuriyeti 18; 1925’teki Şeyh Sait İsyanı ve Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sayarsak, Tek Parti yönetimi 16 yaşında. Atatürk öleli üç yıl olmuş. Ebedî Şef ilân edilmiş. Halefi İsmet İnönü, Millî Şef sıfatıyla cumhurbaşkanı. Olası bütün tırmanıcılar CHP içinde yer tutmaya; özel burjuvazi devlet üzerinden palazlanıp yükselmeye çalışıyor.

Kapalı bir toplum, kapalı bir basın. 1927’de kurulan Ankara ve İstanbul radyoları, yüzde yüz rejimin emrinde. Gazete patronları sustada. Sansür yoğun. Rejimi eleştirmek yasak. Hayatını yazar ve muhabirlikten kazanmak zorunda olanların şeref ve haysiyetlerini korumaları çok zor. Sınırlı sayıda kapıdan hangisinde tutunacaksın? Kovulursan nereye gideceksin? Piyasa çok dar. Bütün karaktersizler birbirinin gözünü oymaya çalışıyor. Uluslararası koşullar da yırtıcılığı körüklemekte. Demokratik değerler dipte; aşırı sağ ve aşırı sol totalitarizmler yükselişte. Nâzım öyle görmüyor tabii. Onun için bir yanda en kötüler var: Faşizm ve Nazizm; diğer yanda da en iyi, yani Sosyalizm, Sovyetler Birliği. Ama bugünden geriye baktığımızda tarihin hükmü daha net tecelli ediyor.

Geçelim, zira şimdiki konumuz açısından o kadar da önemli değil. İkinci Dünya Savaşı patlak vereli belki 20-21 ay olmuş (1 Eylül 1939’dan Nisan-Mayıs 1941’e). Yani Hitler Sovyetlere saldırmamış henüz (Wehrmacht’ın sürekli ilerlediği 1941 yazı ve sonbaharı ile sonunda Moskova önlerinde durdurulmaları, MİM’in dördüncü kitabında anlatılacak). Ama daha o zaman, orduda ve kamuoyunda güçlü bir Alman taraftarlığı mevcut. Medyada başını Yunus Nadi ve Cumhuriyet gazetesi çekiyor. Turancı gençlik örgütlü, çığırtkan, saldırgan. Türk milliyetçiliğinin resmî ana mecrasını temsil eden Kemalizme kıyasla Turancılık hem marjinal, hem en ziyade müsaadeye mazhar. Bizzat Nâzım’ın kurban edildiği 1938 komplosu da Türkiye üzerine çöken karanlığın bir parçası.

Hükümet Batı demokrasileri, Mihver devletleri ve Sovyetler Birliği arasında resmen tarafsız. 22 Haziran 1941’de Barbarossa Harekâtı başladıktan sonra da bu tarafsızlık şeklen sürecek. 1942 sonbaharındaki Stalingrad muharebesine kadar görece Almanya tarafına; Stalingrad’dan sonra giderek Müttefiklere meyledecek. Bu da 1944-45’te Turancılığın önünü kesecek. Ama Memleketimden İnsan Manzaraları’nın büyük perdesi açıldığında bu altüst oluş henüz çok uzakta. Gün Alamancıların günü.

*          *          *

İki. Zaman ve mekân.

Bu koşullarda Nâzım, iki tren kaldırır Haydarpaşa Garı’ndan Ankara’ya ve Anadolu’ya. İlki 15:45 katarıdır. “Bu tiren / yataklı vagonuna rağmen / tirenlerin en külüstürüdür, / altı kuruşluk cıgara gibi bir şey.” MİM’in Birinci Kitabı, kâh tren kalkmadan önce istasyonda, merdivenlerinde veya bekleme salonlarında, kâh halk sınıflarından kesitlerle birlikte bir grup komünist mahkûmu da taşıyan bu trenin çeşitli kompartımanlarında geçer.

İkinci tren 19:00’da kalkan (kalkacak olan) Anadolu Sürat Katarı’dır, yani ekspres. MİM’in İkinci Kitabı, gene kâh bu tren kalkmadan önce istasyonda ve gar büfesinde, kâh trenin yemekli vagonunda geçer. Ama bu yemekli vagon da iki ayrı mekânı kapsar. Masalarda Türkiye’nin o zamanki eliti yemek yer, şarap içer. Halk treninin kompartımanlarındaki yaşam ise buzlu camın ardındaki mutfak bölümünde sürer. Burada aşçı, metrdotel ve genç garson hem servis yapar, hem de siparişler arasında, sarı bir defterden “hapisteki şair”in Kuvayı Milliye’sinden okumaya devam eder.

Nâzım bu iki tren ve içlerindeki insanlar için, iki ayrı şekilde tarif eder baharın gelişini. İlkinde, Birinci Kitapta “Denizde balık kokusu / döşemelerde tahtakurularıyla gelir  / Haydarpaşa garında bahar.” İkinci Kitaba ise unutulmaz bir İstanbul lirizmiyle başlar Nâzım: “Gülden güzel kokan Arnavutköy çileği / ve asma yaprağına sarılı barbunya ızgarasıyla gelir / Haydarpaşa Garı’nın büfesinde bahar.”

*          *          *

Üç. Hasan Şevket.

Fakat Nâzım durmaz orada. İzin vermez, bu üç mısranın uzaktan uzağa belki Ahmet Haşim’i, belki Yahya Kemal’i çağrıştıran, ama onların asla inmeyeceği bir gündelik hayat kertesinden seçilmiş imgelerle güzelleşen hayal âlemine dalıp gitmemize. Hemen ardından, bizi uyandırıp zıplatan bir tezat gelir: “Buna rağmen / Hasan Şevket / rakıyı bir tek dilim beyaz peynirle içiyordu / ve saat / on sekizi otuz sekiz geçiyordu.” Ve böylece Hasan Şevket’le tanışmış oluruz.

Kimdir Hasan Şevket? Yoksul bir muharrirdir; kendi kendisiyle hesaplaşmasından öğreniriz. İçmekte ve birkaç kuruş daha kazanmak için ne yapabileceğini düşünmektedir. Aklına bir kitap gelir: Silvester Bonar’ın Suçu (Anatole France’ın 1881’de yayınlanan ilk romanı, Le Crime de Sylvestre Bonnard). Nâzım hem acır hem tokatlar: “Çevrilmiş mi acaba? Ne zaman? Bilmiyor: / tanınmış ediplerimizden oldu olalı / Türkçede kendi yazılarından başkasını okumadığından.” Ama sonuçta, tatminslik ve hayıflanmalarla dolup taşan Hasan Şevket, “baş parmak boyundaki adam” metaforunu yarım yamalak hatırladığı o romandan ödünç alır:

“Baş parmak boyundaki adam / vicdanımız yani / bizimle mum ışığında konuşan, / yahut da kadehimizle bir başımıza kaldığımız zaman. / işte benim de baş parmak boyundaki adamım / (tıpkı benim gibi kumral ve bodur) / tırmanıp oturdu kadehimin kenarına. / (…) /  Hasan Şevket, diyor, / Hasan Şevket, / sen mahvolmuş bir insansın. / Nasıl bu hale düştün? / Seni kimler bu hale soktu? / Ne zamandan beri bu haldesin? / Halbuki nasıl yol aldı bazıları. / Şimdi onlar eski bir hatıra gibi sıkıyorlar elini senin. / Namussuz bir merhametle bakıyorlar yüzüne. / Elbet / onlar çoktan unuttular, Hasan Şevket, / yanmış zeytinyağıyla sidik kokusunu / Beyaz Rus ve Ermeni pansiyonlarının. / Şimdi nasıl küstah ve muzaffer dokunuyorlar kadınlara. / Onlar çoktan unuttular / kahredici hicabını yamalı donlarının. / Bütün nimetleriyle dünya onların artık. / Artık edebî tefrika yazmaya mecbur değiller / lise talebeleriyle genç subaylar için; / iki liraya tefrikası, / elli yaşında. / (…) / Bahar geldi, Hasan Şevket, / dallara su yürüdü. / Kuş bile yuva yaptı, / kuş kadar olamadın…”

*          *          *

Dört. Nuri Cemil.

Giderek yedi kadeh rakıyı bulacaktır Hasan Şevket, ikincisini ısmarlamaya parası çıkışmayacağı için bir türlü yiyemediği o tek dilim beyaz peyniri seyrederek. Derken eski arkadaşları ve rakiplerinden, başarılı olup yükselmiş birini farkeder:

“Kalabalıktı peron. / Tam 19’da Anadolu Sürat Katarı kalkacak. / Hasan Şevket kadehinin üzerinden baktı perona, / Nuri Cemil’i gördü: / (…) / ‘Bak, — dedi Hasan Şevket, / baş parmak boyundaki adamına, — / Nuri Cemil’e bak. / Yazlık ev tutmuş Suadiye’de. / Kazancı beş yüzden aşağı değil. / Belki Alaman Sefareti’nden de alıyor. / Hay yaşayasın Nuri Cemil, / hay yaşayasın. / Sen de çoktan unutmuşsundur / bir sefil, / bir umutsuz ve perişan gece yarısı, / tepemizde, / çok yukardaki yıldızlara karıştırıp yalnızlığımızı, / Galatasaray’ı dönünce orda / İş Bankası’nın eşiğinde sızdığımızı, / ben rakıdan / sen kokainden.”

*          *          *

Beş. Metodoloji. Anlamak ama affetmemek.

Nâzım hiç farkında olmadan tarihçilere bir metodoloji dersi verir bu arada. İkisi bazen birbirine karıştırılır, ama aslında anlamak (verstehen) affetmek demek değildir.[1] Nâzım anlar ama affetmez Hasan Şevket ve Nuri Cemil gibi karakterlerini. Anlar, çünkü özcü (essentialist) değildir. Marksist materyalizmi ve dolayısıyla materyalist determinizmi varsa da, insanın hür iradesi ve ahlâkî sorumluluğu da vardır Nâzım için. Kötüler analarından kötü doğmaz. Troller analarından trol doğmaz. Son derece gerçek ve insanî zaaflarının üstesinden gelemedikleri, hırslarına mağlup oldukları için kötüleşir ve trolleşirler.

Nitekim Hasan Şevket’in Nuri Cemil’i ilk gördüğü noktada satır satır gitmeyip birkaç sayfa ileriye atlarsak, Nuri Cemil’in de özel geçmişine, hattâ onun üzerinden Tek Parti döneminin bütün basın dünyasına gireriz. Bu arada Nuri Cemil (herhalde Suadiye’deki yazlığına gitmek için) banliyö treninde birinci mevki vagonuna girmiş; şansına, artık sadece iki üç örneği kalmış “kırmızı kadife vagon” denk gelmiştir. Bomboştur, memnundur Nuri Cemil; “bu havı dökülmüş yumuşak kızıltının gömüldükçe içine” geçmişini hatırlar:

“Kadife vagona kavuşmak için / on beş yıl boğuştu Nuri Cemil, / tıpkı kendine benzeyen insanlarla çevrili olarak: / kediye, / kirpiye, / tavuskuşuna / ve bozkırda başları önde dolaşan / bir çakal sürüsüne benzeyen insanların içinde. / Onlarda düşmanlık ikiyüzlüydü, / dostluk / hazırdı ihanete. / Hepsi Nuri Cemil gibi yalnız kendini haklı görüyordu, / yalnız kendini cesur, / yalnız / kendini bahtsız… / Ve tıpkı onun gibi, / hepsi teker teker, / dehalarının inkâr olunduğuna emindiler / göze gözükmeyen / lânetli kuvvetlerle dolu bir dünyada. / Ve hepsi Nuri Cemil gibi / kafalarının gücünü satarak geçiniyor / ve birbirlerinin yüreğini, etini, / haysiyetini yiyordular.”

Sonra sıra, bu gösterişçi, poseur yarı-aydının ideolojik geçişi veya dönüşümüne gelir (ki burada, meselâ “eski bir şapka” metaforunun günümüz trollerinin dilinden düşmeyen “eski ezberler” klişesini, ya da medya patronlarının dün ve bugün istediklerini 24 saatte meşhur etme kapasitesini hatırlatmaması mümkün değildir):

“Hiçbir kitabı sonuna kadar okumadı Nuri Cemil. / Ve hiçbir kitap için ‘Okumadım’ demedi. / Ferdiyetçi, liberal, demokrattı Nuri Cemil / 935’e kadar. / “Ferdin mutlak hürriyetinde”ydi ümit / fırlayabilmek için yukarı. / 935’e kadar / hükümete muhalifti Nuri Cemil / demokrat değil diye. / (…) / 935’te bir bahar ikindisiydi, / Turancı gençler odayı bastılar. / Nuri Cemil dayak yiyecekti az daha, / ‘Aşırı demokrat’ diye. / (…) / Bir yerlere erişmek için boğuşmak on beş yıl, / sonra yıkılmak böyle güneşli bir bahar ikindisinde… / Nuri Cemil yeni bir hamle için kuvveti buldu kendisinde, / (bu onun tarifidir) / eski bir şapka gibi bıraktı demokratlığı / (bu tarif de onun) / ve Rıfat Beyle oğullarının emrine girdi. / Onlar gazete patronlarıydı. / En çok satıyordular. / Yirmi dört saatte bir ilim şöhreti yaratıyordular. / (…) / Şimdi Nuri Cemil’in / (bir gece eşiğinde sızdığı) / İş Bankası’nda hesab-ı carisi var. / Şimdi evlidir. / Daha az sarhoş, / daha çok meşhur. / Şimdi bizde en âlim düşmanıdır demokrasinin.”

*          *          *

Altı. Nuri Cemil ve Hitler.

Buradan tekrar geriye gidersek, Hasan Şevket’in gözüne çarptığı sıralarda Nuri Cemil, 1930’ların ikinci yarısında Kadro çevresine mensup Burhan Belge’den (Murat Belge’nin babasından) esinlenerek tiplenmiş olduğunu düşündüğüm, uzun boylu, yakışıklı, elâ gözlü, daha sonra yataklı vagondaki konuşmalarından anlayacağımız üzere CHP’nin hâlâ inkılâpçı sol kanadına mensubiyette direnen mebus (ve doktor) Tahsin’i görüp, göstere göstere yüzünü buruşturur (kendisi o sırada artık aşırı sağcı ve Nazi yanlısı kampta yer aldığından). Hasan Şevket fırsatı kaçırmaz; kendi iç diyaloguna devam eder: “Farkında mısın, baş parmak boyunda adamım, / Nuri Cemil çatlayacak, / Tahsin’i kıskanıyor. / Mendebur topal. / Gözü mebuslukta, / vekillikte belki.”

Ardından, bütün zamanların bütün trollerinin ciğerini okuyan o benzersiz, o tüyler ürpertici tasvir gelir:

“Her Alaman zaferinde kalbi / bir Prusya piyade alayının davulu gibi vuruyor. / Hitler’de benim affedemediğim şey: / satılabilmek imkânını verip Nuri Cemil gibilere, / müthiş arzular yüklemesidir yüreklerine onların. / Müthiş, / taşıyamayacakları kadar. / Zaten bundan dolayı belli ediyorlar, / böyle aptal, hayâsızca.

*          *          *

Yedi. Para ve iktidar.

Bununla beraber Nâzım asla izin vermez, Nuri Cemil karşısında Hasan Şevket’efazla  taraf olmamıza. Zira onun da hırsları, tereddütleri, dolayısıyla satılabilirliği söz konusudur. Kimse aşılı değildir, muafiyeti yoktur kâh Tek Parti kâh Nazizm (veya her ikisi) karşısında. Nâzım Nuri Cemil üzerinden yaptığı gibi Hasan Şevket üzerinden de, insanların nasıl ifsâd edilebileceğini (veya kendi kendilerini ifsâd edebileceklerini) çok iyi bildiğini gösterir:

“Baş parmak boyundaki adamım, / açık konuşalım seninle: / Satılabilir misin? / Hayır. / Ayda beş yüz verseler? / İmkânı yok. / Yedi yüz? / Tehlikesiz, / kırmadan haysiyetini? / Küçük, âlimane fıkralar, / tarafsız makaleler için?”

Bundan iki önceki yazımda (“Ben de bir troldüm,” 3 Haziran 2020), günümüzü anlamak açısından çıkar kavramını  illâ şu kadar maaşa, şöyle bir villaya, bir zamanlar Sovyetlerdeki Nomenklatura’yı karakterize eden türden ayrıcalıklara indirgememek gerektiğini savunmuştum: “Herhalde iktidara, özel bir çevreye, dar bir halkaya mensubiyetin; ‘etkili’ ya da ‘sözü dinlenir’ sayılmanın ve ‘ekran yüzü’ haline gelmenin; kendi astları olmasının ve onlara emir verebilmenin manevî tatmini, en az bunlara eşlik eden maddî tatminler kadar, belki daha büyüktür.” Nâzım’ı hatırlamadan yazmıştım ama o da benzer bir kanıdaymış meğer. Hasan Şevket’e kendi vicdanıyla, baş parmak boyundaki adamıyla mücadelesinde şunu da söylettirir:

“Para? / Para müstekreh şeydir. / Ya iktidar mevkii? / Mevki-i iktidar? / Kumanda etmek, buyurmak imkânı?”

Bu bağlamda Nâzım, galip tarafta olma ve bu sayede kendi özel düşmanlarının hakkından gelme tasavvuruna da parmak basar. İlginçtir, çünkü çağdaş tarih ve siyaset bilimi araştırmaları, yerel anlaşmazlık ve kan dâvâlarının, faraza İspanya (1936-39) veya Yunanistan (1946-49) iç savaşlarında kimin hangi safta yer aldığında ne kadar etkili olduğuna işaret ediyor. İdeoloji önemli olmasına önemlidir kuşkusuz. Ama altında başka belirlenimler de yatmaktadır:   

“Hem başka çare yoksa? / Hem belli artık / Alamanlar kazanacaklar. / Hem zaten benim / bazı insanlarla görülecek bir hesabım var sanıyorum.”

*          *          *

Sekiz. Biat. Büyüklerden bir adam.

Gene de Hasan Şevket’in vicdanı iyi kötü direnir, baştan çıkarılmaya karşı. Adını hatırlamadığı bir dostu gelip oturur masasına. “Ben Allah diyorum, / siz tabiat deyiniz. / Bir müntekim / bir manevî kuvvet var, beyim” diye başlayan uzun bir nutuk atar. Sinirlenir Hasan Şevket. İçe dönüklüğünden çıkar; dünyayı, büyük resmi hatırlar: “Söyleyecek ne kadar güzel sözlerim vardı insanlara / bana hiçbirini söyletmediler.” Bu öfkeyle o tek dilim peynir tabağını dostunun önüne sürer. Fakat tam o sırada başka bir olay gelişmeye başlar. Nâzım sahneyi hızlı fırça darbeleriyle resmeder:

“Peron. / Üniformalı bir başkomiser geçti perondan / büyük kapılara doğru / koşar adım / fakat dimdik. / (…) / Bir teğmen / bir şeyler söyledi kulağına bir binbaşının. / Binbaşı yürüdü büyük kapılardan yana. / (…) / Peronda çoğaldı birdenbire taharri memurları. / (…) / Şef istasyon, işletme müfettişiyle konuşuyor, / telâşlı ikisi de. / Büyük kapının yanında duran insan / geçti soldan sağa. / Kısa boylu, şişman. / Çıkardı şapkasını. / Ceketini ilikledi. / Kavuşturdu ellerini göbeğinin üzerinde. / Boynunu büktü. / Bekledi. / (…) / Birdenbire bir telâş oldu kalabalıkta. / Büyük kapıdan başlayarak / tıpaları çekilen şişeler gibi insanlar / şapkalarını çıkarıp / eğildiler. / Hazindi manzara. / Büyük kapıdan en önde bir adam girdi gara. / Sanki kapıdan girmedi de / eğilen çıplak başlara basarak / geniş mermer bir merdivenden indi.”

*          *          *

Dokuz. Sonuç yerine.

Evet, buydu bir dönemin özellikleri. Onun için, o kadar da benzersiz sanmayalım şimdi yaşadıklarımızı. Edebiyat, büyük edebiyat yakalıyor bir evrenselliği. “Satılabilmek imkânı… Yüreklerde müthiş arzular… Taşıyamayacakları kadar…” Başka ne denebilir ki?


[1] Bu karışıklığa özellikle Ermeni soykırımı tartışmalarına çok rastlanır. Kaba bir kestirimle, Türk milliyetçi söylemi (genocide denial politics, ya da soykırımı inkâr siyasası), olayın kendisini, 1915’te ne olup ne olmadığını konuşmaktansa dikkati bağlamına, arkaplanına kaydırmayı tercih eder. Türklerin gerek Büyük Devletlerden, gerekse diğer milliyetçiliklerden neler çektiğini öne çıkarıp, bir bakıma tehciri ve katliamları anlaşılır, dolayısıyla affedilir kılmayı dener. Buna karşı Ermeni milliyetçi söylemi (genocide acceptance politics, ya da soykırımı kabul ettirme siyasası) için neredeyse sadece 1915 vardır. Zira onlar da bağlamından ve arkaplanından söz etmeyi anlamak, dolayısıyla affetmek gibi düşünürler.

- Advertisment -