Ana SayfaYazarlarŞeytanın Kileri (*)

Şeytanın Kileri (*)

“Pigeonhole,” kelime anlamıyla güvercin yuvası. Ama aynı zamanda, sıra sıra açık mektup kutuları, ya da herhangi bir tasnif ve kompartımanlaştırma sistemi için de kullanılır.

Önce kısa bir hikâye.

Birisi kutu konservenin etiketini çıkarmış. Ve kaybetmiş. Etiketin yapıştırıldığı yerde ancak soyulmuş kağıt izlerinin kaldığı, iki camsı tutkal çizgisi var. Bir tarafına kutunun parti numarası RG2JD 19547 işlenmiş. Üst tarafı mı alt tarafı mı? Neresi yukarısı neresi aşağısı kimse söyleyemez. Metali çok eski değil.

Çöpe atmak istemezler. Somon olabilir. Ucuz değil. Ya da ton balığı. Ya da şuruplu ananas halkaları. Ziyan etmek için fazla iyi. Guava dilimleri. Tropikal bir meyve. Pırasa çorbası. Soyulmuş, İtalyan kiraz domatesleri. Tabii ki, kutuyu açıp bakmaları ve içindekileri hemen oracıkta yemeleri gerek. Ya da ona göre bir öğün planlamaları. Sevdikleri ya da eskiden sevdikleri bir şey olmalı. Sonuçta onların kilerinde. Bir zamanlar etiketi vardı. Dükkandan kendileri seçmişti.

Kutuyu kulaklarına götürüp çalkaladılar. Kokladılar. Aynı boyut ve şekilde bir eş bulmak için kilerdeki diğer kutular ile karşılaştırdılar. Ama yine de fasulye mi meyve mi ya da balık mı ayırt edemediler. Açılmamış doğum günü hediyeleri olan çocuklar gibiydiler. Kutuyu açınca hayal kırıklığına uğrayacaklar mıydı? Onların istediği şey mi olacaktı? Esprileri bazen ölümle ilgiliydi: konuları tasavvurun ötesindeydi; bebek eti, doğranmış parmaklar, köpek dışkısı, kurtlar, yüzlerce mamba yılanının zehri. Etiket bu yüzden yoktu.

Bir gece, misafirleri varken ve bütün şarap bitmişken, kutuyu mum ışığına, yemek kalıntılarının arasına koydular ve tahmin oyununu oynadılar. Belki de bir afrodizyak: ‘Hadi deneyelim.’ Bir veba. Açıp kaşıklasalar mı acaba? Bir ezgi, konservelenmiş müzik, daha önceden hiç duymadıkları bir şey çıkacak kutudan, buharlaşacak, ve yine bir daha hiçbir zaman duyamayacaklar. Gençlik iksiri. DNA’dan insan çorbası. Şeytan ya da tanrı?

Bıçakla sadece delmek, cezbedici. Yaralamak. Nasıl kanadığını görmek. Kanı ne renk? Tadı nasıl?

Hepimiz böyle bir kutuya sahip olmalıyız. Küflenmesine izin ver. Kenarlarının pütürleşip kahverengiye dönmesine izin ver. Kaldırıp çalkala istersen. Tatlılığını ya da acılığını çalkala. İçindeki sulu ağırlığı sars. Soslu ağırlığını. Salamura, çorba, yağ, sos. Ağırlığı. Tercih ya bıçakla yaralamak ya da bir daha asla dokunmamak.

*          *          *

Hemen algılayamadığımız, süzemediğimiz şeyleri başka şeylere benzeterek sindirmeye çalışıyoruz: Aynı boyut ve şekilde bir eş bulmak için kilerdeki diğer kutular ile karşılaştırdılar. Bu yeni öğrendiğimiz şeyler için böyle: “bu, geçen sene şu derste gördüğümüze benziyor”; yeni tattığımız şeyler için: “bu, hımm, canım, mandalinanın olgunlaşmamış, ağaçtaki halinin aynısı”; yeni gittiğimiz bir şehir: “aaa, burası, tam Yeniköy’den Tarabya’ya geçerken arkadaki yüksek yamaçlı yer”; hattâ karikatürlere, oradan da, günlük konuşmalara yansımış benzetmelere gidiyor: “‘şuradaki bulut, tam koyuna benziyor’ kadar esaslı benzettin yani!” Hafızada istiflerken, hemen bitişiğindeki yere koyalım ki, sonra yeniden karşımıza çıkarsa, hemen oradan çağıralım, donup kalmayalım. Kalsak. Sonrasında belki başka bir kiple (mode) davranmaya geçeriz. “Tabii ki, kutuyu açıp bakmaları… gerek” ama olmuyor.

Benzetemedik mi; o zaman hafızada ters ilintili ama her katmana ve her yöne serpiştirilmiş hücrelere gidelim. Orada yer alanlar bünyeye zararlı olanlar. Buyrun, benim gibi mikrodalga değil de konserve delikanlısı insanlar için akıllara durgunluk verecek şekilde sıralanmış, çirkinlik, ürkütücülücük, iğrençlik ve sonunda öldürücü olabilecek bir peşpeşelilikle, tanınamamış bir konserveden beklenilenler: “bebek eti, doğranmış parmaklar, köpek dışkısı, kurtlar, yüzlerce mamba yılanının zehri.” Evrimsel olarak böyle olabilir elbette. Aklımıza gelebilecek her bir minik zaman aralığında trilyonlarca kere denenerek, yanılarak, milyarlarca yılda ortaya çıkmış şeyler olarak, görmeye, dokunmaya, işitmeye alışık olduğumuz taraflardan yola devam etmek, geleneğimizde var. O yolaklardan gelmiyorsa, zararlı.

Görmek, ama uzaktan, zararsız olabilir; lâkin yakından bakmanın veya dokunmanın zararlı olma ihtimali varsa, o ihtimal saniyeler mertebesinde kesinliğe doğru yol alır. O zaman test edilecek. Nasıl test edilir? “Hadi deneyelim.”Mini mini bir şeyse, itip kakarak, rahatsız ederek; o şey büyümeye doğru gittiğinde, eğip bükmeye, oradan çizmeye ve nihayetinde: “bıçakla sadece delmek, cezbedici. Yaralamak. Nasıl kanadığını görmek. Kanı ne renk?” Doğa bilimlerindeki test yöntemlerinin sınırlarına geldik.

Paragraf değiştiriyorum; yazarken rahatsız oldum. İki önceki paragrafa döneceğim; şu, hafızamızı kutu kutu istifleyerek yönetme şeklimize. Bu yordamdan çok mutlu olmalıyız; çünkü geliştirdiğimiz işlemcileri kendimize arkadaş ederek, daha çabuk, daha etkin depolama, böylece hızlıca benzetme, benzetirken yanılma oranlarını düşürme konusunda oldukça “derin”leştik. Önce öğretiyoruz; öğretmiyoruz dediğimizde de öğretiyoruz: “bak bu kutuda şu şu şeyler var, onların ortak özellikleri (features) var; bunu görürsen git oraya; olmadı; işte canım, oraya yakın bir yere yerleştir.” Neden oraya yerleştirdiğimiz, bulduğumuz ortak özelliklerin arasında bir yerde gizli. Ama çıkarmak için başka bir şekilde sormak gerek. Nereden çıktı şimdi neden diye sormak? Hatta beğendiğim bir uygulamalı matematikçi, popüler bir yazısında, insanlığın neden-sonuç ilişkileriyle bahtiyâr olduğu kısa bir zaman dilimini yaşadığını; belki kanseri (önceden tanınmamış virüsleri diye yazamıyorum) yenebilecek ilaçların yapılabileceğini, fakat bunun neden iyileştirdiğini bilemeyebileceğimizi söylüyor.[1]

Konu insanların birlikte özgürce yaşaması ise, bu yöntem sakıncalı. Sakıncalı hafif oldu. Tehlikeli olan (oldu bile) şu: bu ürünü bilmiyorsunuz, ama daha önce aldıklarınıza, seyrettiklerinize, yediklerinize benziyor; o zaman öneriyoruz algoritmaları.[2] Hafızanıza bile güvenmeyin; şimdi yanlış şeylerle eşleştirip benzetirsiniz, sizin için biz benzetelim. Tam, hafızayı bile kullanmayalım diyecektim[3]; onunla oynayarak karar verme mekanizmalarımızı yönlendiren yazılımlara kaydı aklım. Alın işte!

Ne yapalım, hafızayı mı ortadan kaldıralım! Hafızayı kaybetmenin özgürleştirici bir yönü olduğunu anlıyorum. Yaşları ilerlemiş ebeveynlerime baktığımda, daha “umarsız” davranmalarında, yalnız kabul görmeye gereksinimlerinin “geç dönemlerinde”[4] ortadan kalkmasının değil, aynı zamanda özellikle yakın dönem hafızalarındaki kutuların önce yer değiştirmesinin, sonra kaldırıp atılmasının da rol oynadığını seziyorum. Boyd’un Nabokov üzerine yazdığı tezdeki gibi, başka bir “akıl durumuna” geçerek, yaşamlarından kısa vadeli benzetmelerin sorumluluğunu çıkarıyorlar.[5]

Tamam. Hafızamızı boşaltmayalım. Ama belli ki kutularımızı farklı şekillerde istiflememizde yarar var. Hafızamızla istemli bir şekilde oynayabilmek için benzetme kipini terkedip, başka bir akıl durumuna geçsek. Şöyle ki; farklı olanların benzer yanlarını bulup, derhal aynı kutuya veya hemen yakınındakine koymak yerine, hangi niteliklerinden dolayı benzemediğini ortaya çıkarmaya çalışsak. Hattâ, donup kalmayı önerdiğim an vardı hani; o andan sonra, daha önceden benzetip aynı yere koyduklarımızı tekrar ele alıp, onların arasındaki farkları kurcalasak biraz. Evet, farklı olanları benzetmek yerine, bir zaman önce benzer olarak kümelediklerimizin arasındaki farkları bulsak. Böylece aynı kutulama yöntemini kullansak bile, yerleştirme şekillerimizle oynayabiliriz. Yok, bunlar da yapılıyor; sadece, bunları yapan kişiler, kurumlar, üniversite programları makbul değil; eh, değilse, o zaman niye etrafta dursun ki! Peki makbul olmadığına kimler karar veriyor? Mesela aynı üniversitenin makbul programları.[6]

Bu farklı kipte hareket etmeyi de programımıza alırsak, tadları, görselleri, fikirleri öbekler halinde tasavvur etmeden öbeklerin içindeki çeşitliliklerin farkına varıp, bunları birden çok daha fazla kutuya yerleştirir, o kutuları da hafızamızda birbirlerinden farklı farklı bölgelere istifleyebiliriz. Kümeleme yöntemleri yine bu uzak bölgeleri yakınlaştırsa da, öncelikle nelerin, neden kümelendiğini bileceğiz. Üstelik hemen kullanılan “yakınlık” algoritmalarımız, hemen bulamadıkları benzerlik nedeniyle, bizi önce korkuya, sonra izolasyona ve daha sonra da şiddete teşvik etmeyecek.

Benzetmekte zorlandığımız “kutular” bizi farklı bir akıl durumuna evriltebilir. Yazarın benzetemediğimizde yaşadıklarımızı dillendirdikten sonraki, kanımca kinayeli son paragrafı bu evrimin çekirdeği. “Hepimiz böyle bir kutuya sahip olmalıyız.” Açıp bakmayı aklımıza öğretmek ve birlikte özgür olabilmek için tüm kutular farklı olmalı, tüm benzerler de.


(*) Yazan Jim Crace; çeviren Güzin Ayan.

[1] https://www.nytimes.com/2018/12/26/science/chess-artificial-intelligence.html

[2] https://www.nytimes.com/2018/03/10/opinion/sunday/youtube-politics-radical.html

[3] Hafızamın şu cümleyi kaydetmiş yakın bir hücresinden gelmiş olmalı: “Mümkün olsa da ‘şiir yazarken bu kelimelerle düşünmek lâzımdır’ diye yaratıcı faaliyetimizi tehdit eden lisanı bile atsak.” Orhan Veli Kanık, Garip, Varlık, 1941.

[4] Edward Said, On Late Style: Music and Literature against the Grain (Vintage, 2007). Geç Dönem Üslûbu, Rüzgâra karşı Edebiyat ve Müzik (çeviren: Özge Çelik, Metis, 2. Basım, Kasım 2019).

[5] Time without consciousness – lower animal world; time with consciousness – man; consciousness without time – some still higher state” Brian David Boyd, Nabokov and Ada, PhD Thesis, University of Toronto, 1979.

[6] “In the recent environment, I was hesitant to criticize the universities because they are under assault now, as humanist institutions with antique loyalties to learning and to freedom of thought. But the universities have in general bent the knee to the devaluation of humane studies, perhaps because the rationale for that devaluation has come from their own economics departments and business schools.https://www.nybooks.com/articles/2020/06/11/what-kind-of-country-do-we-want/

- Advertisment -