Yemin et?

“Yalanım varsa, şu ışığa kör bakayım” derdi, abajuru göstererek. Yahut “O ocak gibi sönüp sönüp yanayım”, “Şu pirinç gibi dert dökeyim”. Elindeki bardağı sallayarak, “Bu çay gibi kanım aksın”... Yeminleri şu ışığa, bu çaya, o pirince değdiği an elle tutulur bir nitelik kazanıyordu sanki.

Bir dönem çocukluğun alâmet-i fârikaları arasında yeminler de yer alıyordu sanıyorum. Çok yemin eden çocuklardık galiba. Yemin yağmurunu ilkokulda her sabah yinelenen “andımız” da etkiliyor muydu bilemiyorum ama çoktan seçmeliydi yeminler.

“Ekmek çarpsın” ile başlayıp “Allah belamı versin ki” ile süren yeminleri, çocukluğun sıradan tekerlemeleri gibi hatırlıyorum. “Ekmek çarpsın ki…” deyip, ekmeği öpüp başına koyan çocuk siluetleri de gözümün önünde. Hayret uyandıran bir şeyi anlatan çocukların sözünün sık sık “Yemin et?” ünlemesiyle kesilmesi de… “Ekmek ve yemin” deyince, bir de yemini bozanın -kefaret gereği- köpeklerin başına ekmek doğraması vardı yanılmıyorsam.  

Az büyüyünce daha genel ve muğlak, biraz “öteki dünya”ya havale edilen ilahî yeminler giderek yerini daha adresli, daha mümkün gözükenlere bıraktı. Mesela daha dünyevî ama yine de uzak olanı, “İki gözüm önüme aksın ki” ile laneti nokta atışı davet eden formlardı. Küfür eşliğinde pekiştirilen yeminler ise fiili olmasa da sözlü, hatırlatıcı geri dönüşüyle yüksek risk grubundandı sanırım. Prematüre küfür dağarcığında o tür yeminlerin müstesna bir yer tuttuğuna inanıyorum.

Yemin cümlelerinden birisi hepsinden farklıydı. “Annemin babamın ölüsünü öperim ki…” ile başlayan veya “Bak ölümü gör, ölümü öp doğru söyle” diye konuşmanın seyrine göre öznesi biçimlenen yeminler en kuvvetlisiydi. Tahayyül edebiliyordun çünkü. Tahayyül edemeyeceğin kadar etkili ama aynı zamanda tahayyül edebileceğin kadar feci bir durum. Çocukların aklına “Benim anam-babam ölmez” düşüncesinin/dileğinin bir emniyet supabı gibi yerleşmesi biraz da ondan olmalı.

Bedduanın yemin hâli

Yemin silsilesinin ardında “inandırma çabası” var kuşkusuz. Çocukların en alengirli ve ödül-ceza ikilemi açısından en netameli uğraşısı, “kendini açıklama-inandırma-kabul ettirme” üçgeniyse…  O yıllarda yemin etmeyip ne yapacaksın?

Çocukluk oyunları da yemini gerekli kılıyordu. Maçların görünmeyen hakemliğini “Vallahi gol, billahi gol değil” yaparken, münazaralar, iddialar da yed-i eminliğini denk düşerse mahallenin abilerinden ama daha çok yeminden alıyordu.  

Bedduanın öze, şahsına döneniydi çoğu örnekte.  Yeminin bu “lafta kıyamet” hâli, çocukluk yeminlerinin tarihe karıştığı gençliğimde en renkli görünümüyle çıktı karşıma. Yeminlerin de halk edebiyatı/kültürü açısından önemli malzemeler arasında yer aldığını biraz da öyle fark ettim.  

Şu pirinç gibi dert dökeyim

Mahallemizin apartman görevlisi eşrafındandı Ayten. Temizliğe, mutfağa, dadılığa yancılık yapardı. Ağır derecede aksaktı zira. Doğuştan… Aksayarak yürür, kısa sürede yorulurdu devasız bacakları. Her fırsatta peşpeşe, neredeyse nefes almadan sıraladığı yeminlerin çoğunu ilk kez ondan duydum. Belki yeminleri, genç ömründe devasız kanserle noktalanan bahtsız hayatının ürettiği kendi sözleri, kendi edebiyatıydı.

“Yalanım varsa, şu ışığa, şu ampule kör bakayım” derdi, abajuru göstererek. Yahut “O ocak gibi sönüp sönüp yanayım”… “Şu pirinç gibi dert dökeyim”… Elindeki bardağı sallayarak, “Bu çay gibi kanım aksın” diye devam ederdi. Yeminleri şu ışığa, bu çaya, o pirince değdiği an elle tutulur, görülür bir nitelik kazanıyordu sanki.

Bazen inanmasan da nasıl inanmış gibi başını sallamazsın?

Evlilik yemini sandıkta…

Böyle istisnai örnekler dışında yeminler, inandırıcılık çabasının o hayalî, filmatik tasviri eksiliyor hayatımızdan. Birisinden yemin etmesini istemenin/beklemenin gereksizliğinden öte şık da durmadığını öğretti, hissettirdi hayat. Birçok insanın hayatında eski bir parodi, eğreti bir dil alışkanlığı gibi kaldı yeminler. Ama dünyalılar hâlâ bazı merasimlerin, ritüellerin yemin olmadan büyüsünü, şaşaasını, zaten bir muamma olan inandırıcılığını eksilttiğini düşünüyor sanırım.  Hele törenleri, “gösterme”yi pek seviyorsa insanlar. 

İlk aklıma geleni evlilik, aşk yeminleri… Versiyonları dini inanışlara, mezheplere göre filan çeşitli ama biz filmlerden şöyle biliyoruz: “Hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde, yoksullukta ve bollukta ölüm bizi ayırana kadar seni seveceğime, sana sadık, sevgi dolu ve adanmış bir eş olacağıma yemin ederim.”

Kapsamı, menzili sonsuz da olsa, gelinin arkasını dönüp kalabalığa rastgele fırlattığı gelin çiçeği gibiydi böyle yeminler. Tutamayanı, tutana her koşulda fark atardı.

Bizim ayrı yumurta ikizi realist x sürrealist (gerçek merçek) dünyamızda resmi nikâhta böyle bir versiyonu, vallahi billahi filan yok tabiatıyla. İmam nikâhında ise bildiğim kadarıyla çiftlerin arasındaki “ülfet, geçim, kaynaşma” Allah’ın inâyetine, onun evlilik akdini mübarek eylemesine bırakılıyor. Evlilikte bireysel bir yemin olmadığı için yemin bozmanın kefaretini ödemek gibi bir durum da gerekmiyor anladığım kadarıyla.

Yemin aşkın bereketini kaçırır

“Aşk adına” yemin etmek, o an insanın aşkını, uğurunu, aşkın bereketini filan kaçırır zaten.  Mevzu evlilik, aşk, koca bir hayat olunca yemin sandığa, gelinliğin yanına konuyor muhtemelen. Sürerse nedenleri, sürmezse sebepleri ise yemek masasının ortasında, vazonun yanında duruyor. O nedenler ağır basıyorsa, yeminin önleyici gücü ne kadardır, “lafı mı olur” bilemiyorum. (Bu arada aynı kaynaklardan faydalı bir bilgi ilişiyor gözüme. Yeminle ilgili “tevbe ve kefaret” kısmında aynı konuda birçok kez yemin edenlerle ilgili iç rahatlatıcı satırlar var. Örnek de verilmiş: “Sigara içmeyeceğine dair üst üste on kere yemin edenin, sigara içerse bir yemin kefareti vermesi kâfidir. Sigara içmeyeceğim diye yemin eden puro, pipo içerse yemin bozulmaz.” Bu tefsir, evlilik-boşanma filan dâhil çoğu konuda geçerli gibi geldi bana…)

Vekil yemininin magazini

Meslekî yemin deyince aklıma Hipokrat Yemini geliyor ama en popüleri belki de naklen yayınlandığı için milletvekillerinin TBMM’deki yemin töreni. Törenin reytingini sanıyorum “Yeni vekillerimiz kimler ki?” merakı kadar, o merakın devamı olan magazinel beklentiler de oluşturuyor. “Ne giymiş” merakı, abartılı yahut uzun kolları-paçalarıyla çoğu “o an için dikildiği” besbelli kıyafetler, aksesuarlar, tıraşlar, kuaför yaratıcılıklarıyla giderilirken, farklı rozetler, kravatlar da seyirciyi yorumdan yoruma sürüklüyor.

Kaçıranlar medyadan da takip edebiliyor; “falanca milletvekilinin kıyafeti dikkat çekti!” O genellikle “göz dolduran” haberi, milletvekilinin seçtiği renklerden hareketle, renk psikolojisine, renklerin anlamları, etkilerine girerek genişletmek, haberin imitasyon kuyumculuğunu yapmak da mümkün. “Allı dallı eşarplarla bir anda yükselen tansiyon, kadın vekilin okyanus mavisi döpiyesinin Freudiyen etkisiyle stresi azalttı” mesela. 

Asıl mesele, “Yemini nasıl okuyacak?” muamması elbette.  Eline tutuşturulan o uzun, detaylı yemini sular seller gibi hatasız, en yüksek perdeden okuyanların yanında, metindeki kelimeleri isteyerek ya da istemeden değiştirenler, ekleyip çıkartanlar, tekleyip sil baştan alanlar da töreni umum açısından seyirlik bir programa dönüştürüyor. Yemini takımını giyip, evde ezberlemek… Sonra kürsüde kâğıda pek bakmadan okumak ise vekile gönüllerdeki ilk kurdelesini, “yıldızlı pekiyi”sini kazandırıyor olmalı. Ana eziyetin, ana imtihanın yemin töreninde başladığını söylemek mümkün. İnsanın düşüncesi, inancı, sabit yemin metinlerine sığdırılamayacak kadar engindir zira.

Müsamere psikolojisi…

Uzun metnin, cümlelerin arasına hiç nokta koyulmadan virgüllerle sonuna kadar sürüp giden fonetiği de biraz yoruyor, zorluyor tabii. Okurken “es”leri kaçırır, diyaframını kontrol edemezsen, işin 23 Nisan müsameresinde nefes nefese şiir okuyan çocuktan yaman:

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”

Bu metni tekrar okuduğumda, altın kaplama veya 22 ayar altın rozetini takarak hevesle ya da kerhen yemin eden, “namusu ve şerefi üzerine ant içen” milletvekillerinin metne ne kadar sadık kaldığı da geliyor aklıma. Öyle ilkeler içinde, zihninde, fikrinde, kumaşında olmadıkça, yemin memin boş.  Beynime “milletin kayıtsız ve şartsız egemenliği”, “hukukun üstünlüğü”, “demokrasi”, “toplumun huzur ve refahı”, “milli dayanışma”, “adalet”, “insan hakları”, “temel hürriyet” gibi kelimeler hücum ediyor. Elimde bütün sınıfı karşıma oturtup bu konuda yoklama, toplamda sağlama yapabileceğim bir imkân yok hâliyle. Gazeteleri, haberleri kılavuzun yapsan… “Haberin var mı taş duvar…” misali, çoğu tuğlası kırık duvar gazetesi.

Zaten yemin desen, seçimden seçime… İnsan beş yılda değil böyle uzunca, detaylı bir metni, ezberindeki vatandaşlık numarasını bile eksik hatırlayabilir. Bilemiyorum… Tek çarem çocukluğumda karşımda gözlerini kırpıştırarak “Ekmek çarpsın…”, “İki gözüm önüme aksın” diyen mahallelim misali yeminine inanmak.

“Tutulamayacak yeminsin…”

Beni bu yazıya geçen hafta çarşamba günü yayınlanan bir haber sürükledi. (¹) Birgün’ün haberine göre, yasama döneminin başından bu yana TBMM’de 27’si AK Partili olmak üzere 32 milletvekili, kürsüye milletvekili yeminini okumak dışında çıkmamış, yemin etmek dışında tek söz söylememiş, yasama ve denetim faaliyetinde bulunmamış, herhangi bir konuda araştırma, soruşturma ve genel görüşme önergesi vermemiş. Bu haberde bardağın dolu tarafına bakıp, bunca zaman çıtı çıkmayanların yeminini bozmadığı kanaatine varıyorum. Düz mantık mı oldu bilemem ama hiç bir şey yapmazsan yeminin de bozulmaz herhalde.

Yemine bağlılığı, inancı saygıyla anlıyor, anıyorum ama… Karşındakini inandırmak için yemin etmek, karşındakine inanmak için yemin ettirmek şık gelmiyor bana. Yazımın girişine yerleşen çağrışımıyla bana yetişkin işi bir şey gibi de gelmiyor. Geçerliliği, işlevi desen orası da şüpheli. Ha… Bizi avutuyorsa, kendine-insana-insanlığa saygıyı, sorumluluğu -o an-  yemin hatırlatıyorsa bence mahsuru yok.

Ama cürmünü bilelim… Ne diyor Küçük İskender, “Tutulamayacak yeminsin, yemin ederim…

BİR HİKÂYE/BİR YEMİN

“Hemen oracıkta kendimi Eleonora’nın ayaklarının dibine attım ve başımı kaldırıp ona kimseyle evlenmeyeceğime, alçaklık etmeyeceğime, onu hep anımsayacağıma ve bana karşı sadâkatle beslediği, beni kutsayan o aşka ihanet etmeyeceğime yemin ettim. Evrenin yüce hâkiminden sadakat yeminimin şahidi olmasını istedim. Tanrı’dan ve Helusionlu azizeden, bu yemini bozarsam beni öyle korkunç bir şekilde lanetlemelerini istedim ki, bundan bahsetmeye dilim varmıyor. Bu sözlerimi duyunca Eleonora’nın parlak gözleri daha da parladı. Sanki sırtından büyük bir yük kalkmışçasına iç geçirdi. Yeminimi kabul etti.” (Edgar Allan Poe, Eleonora.)

(¹) Hüseyin Şimşek, “32 vekil tek kelime etmedi”, Birgün, 21 Ekim 2020.

YAZI RESMİ: “Horas Kardeşlerin (Horatiusların) Yemini”, Jacques-Louis David, 1784.

- Advertisment -