Frédéric Gros’un Türkçedeki tek kitabı Yürümenin Felsefesi’ni (Kolektif Kitap) kaç kez okudum bilmiyorum. Bir noktadan sonra azalan ilgi ve heyecanımı canlı tutmak için her yeni baskısını yeniden alarak ilk kez okuyormuş gibi yaptığım bir oyun bile oynadım kendi kendime. Hâlâ ara ara oynarım!
Kitap tavsiye etmeyi hiç sevmesem de neredeyse yürümeyi bilen herkese tavsiye edecek kadar ileri gittiğim zamanlar oldu. Nihayet, yakın zamanda yeni bir kitabı çıktı da biraz bir rahatlama sağladı: İtaat Etmemek (YKY). Gerçi bu, Yürümenin Felsefesi gibi rahatlık ve huzur bulmak için değil, tam aksine rahatsızlık duymak ve huzursuzluk yaratmak için yazılmış bir kitap, ama bittiğinde aynı türden bir ferahlık yarattığı kesin. Huzurun, huzurlu bir yaşamla gelmediğini anlamak açısından yine ne kadar okunsa azdır denebilecek bir kitap.
İtaat Etmemek, her ne kadar Yürümenin Felsefesi’nden sonra aynı hazzı ve tatmin hissini vermese de, çok önemli bazı başlıkları açıklığa kavuşturduğu için en az onun kadar önemli diye düşünüyorum. Toplumların genellikle sıkı bir düzen üzerine kurulu olduklarını ve buna bağlı olarak itaatsizliği her zaman büyük bir sorun olarak gördüklerini, ama asıl meselenin tam tersi olduğunu son derece ikna edici bir biçimde ortaya koyuyor. Bu yönüyle hiç atıf yapmasa da fazlasıyla Erich Fromm’un harikulade kitabı İtaatsizlik Üzerine’sine (Say Yayınları) yaklaşıyor.
Kitap açılışta, “Esas soru insanların neden başkaldırdıkları değildir. Neden başkaldırmadıklarıdır” (s.9) diyerek başlıyor. Konumuz tam olarak bu olmasa da, yeri geldiği için belirtmek gerekir ki iyi sosyoloji ve antropolojinin de temel sorularından biridir bu. Esas olan aykırıyı, düzensizliği, suçluyu ya da boşanmaları değil aykırı olmayanın, düzenin bunca adaletsizliğe, haksızlığa ve çarpıklığa rağmen hâlâ nasıl olup da aynı olağanlıkla sürebildiği, nasıl olup da bunca insanın suç işlemeyebildiği ve evli kalabildiğinin açıklanabilmesidir. Peter Berger, Sosyolojiye Çağrı’da (İletişim Yayınları), “Sosyoloji için temel problem suç değil hukuk, boşanma değil evlilik, ırk ayrımcılığı değil ırka göre tanımlanan tabakalaşma, devrim değil hükümettir” (s.53) derken tam olarak bunu kasteder.
Evet, bir adaletsizlik karşısında isyan edip sokaklara dökülmek ve harekete geçmek her zaman için ilginç ve önemli (gazetecilerin hemen olay yerine koşmasını gerektiren türden) bir inceleme konusudur, ama daha ilginç ve önemli olan, hiçbir şey karşısında kılı kıpırdamayan bir hissizlikle hayatını olduğu gibi sürdürebilen insanların dünyasıdır. “Kötü sosyoloji” sıra dışı olana ilgi duymuştur hep; oysa asıl ilginç ve daha önemli olan sıradanlıkta yatar. Bu bakımdan gazetecilik için söylenen “insan köpeği ısırırsa” ilkesi burada geçerli değildir ve bu alanların esas zorluğu -ve aynı zamanda derinliği- buradan gelir. Kötü sosyoloji -ve de etnografi- iyi gazeteciliktir bu yüzden! Ve son bir ekleme olarak, antropoloji de benzer şekilde bütün karşılaştırmalarını sıra dışı olanı değil olmayanı, uzak ötekini değil kendi içindekini anlamak için yapar: soru, burası neden İsveç değil? yerine, burası neden Türkiye’dir?’dir mesela. Ya da, biz niye öyle olamıyoruz değil biz niye böyleyiz sorusudur.
Felsefeci Gros da aynı şeyi yapıyor ve esas mesele olarak itaatsizliği, kural-dışılığı ya da uyamamayı değil, tam aksine itaati, söyleneni sorgulamaksızın yapmayı ve sıradanlığın içinde saklı o “çelişkili düzenbazlığı,” harekete geçemeyip sayısız açıklama bulmayı odağa alıyor. Başka bir ifadeyle, kitabın ana meselesi insanlığın, çağlar boyunca neden hep itaati yüceltip itaatsizliği cezalandırdığı ve bunun insanlığı nasıl geriye götürüp kendinden uzaklaştırdığıdır. İtaat etmek, çoğu zaman insanın kendine itaatsizliğiyle mümkündür çünkü. Ve tam tersi de doğru olarak, itaatsizlik eğer insanın kendine itaat etmeyi seçmesinden kaynaklanıyorsa kendine getiricidir: “İtaat etmek veya itaat etmemek kişinin kendi özgürlüğüne biçim vermesidir.” (s.29)
Burada bir başka kadim sorun ortaya çıkar. İnsan her ne kadar sosyal bir varlık olarak bir arada yaşamaya, uyuma ve güvenliğe ihtiyaç duysa da, doğası itaat değil itaatsizlik üzerine kuruludur ve çelişkili gibi gözükse de toplumları bir arada tutan şey tam olarak onun bu itaatsizliğidir. İtaat ve özellikle de “aşırı itaat” bir tür kendinden vazgeçiş olduğundan, bu tür bir toplumun biraradalığını ve bütünlüğünü sağlayan şey insanlar-arası bağlar değil yasaların ve kuralların boyunduruğudur. O nedenle, aşırı itaatkâr toplumlar dış görüntünün aksine dağılmaya ve atomize olmaya daha elverişli bir devinimsizlik halindedir. Burada itaati sağlayan şey, aynı toplumun üyesi diğer insanlarla paylaşılan ortak fikir ve kurallar değil, paylaşmama ve ortak bir ilişki kuramamadır. Kurulamayan her ilişkinin yerini yukarıdan emredilen kurallar ve emrediciler doldurur. Demokratik toplumların totaliter rejimler karşısındaki büyük gücü de buradan gelir. Demokrasi için eleştirellik, eşitlik ve dayanışma ileri derecelerde elde edilen bir imtiyaz değil, sistemin sürmesi için olmazsa olmaz bir zorunluluktur.
Anti-demokratik bir itaat, zorunlu bir boyun eğmedir ve insanı kendilik duygusuna yabancılaştırıcıdır. Bir başkasının isteklerine göre davranmaya zorlayan boyun eğme ilişkisi, kişiyi etkinleştikçe edilgen kılar. Gros’a göre itaatkârlığın paradoksal formülü de burada yatar: Tek bir kişide etken ve edilgenliği aynı anda mümkün kılmak (s.30). Ve bu durumu şöyle açıklar: “Etrafınızda gördüğünüz, durmadan kendini paralayan tüm o insanlara bir bakın: İmkânsız bir ahengi yakalamak için makinesinin başında zayıf düşen işçiyi, masa başında oturup muazzam bir gayretle kafa karıştırıcı yönergelere uymaya çalışan memuru veya tepki vermek için kendini tüketen bir görevliyi. Hepsi büyük bir gayret sarf ederek kendilerini harcıyorlar. Ama tüm bu etkinlik bir bütün edilgenlikten başka bir şey değildir.” (s.31)
Kitabın bana göre en önemli bölümlerinden biri de Arendt’in Kudüs’e giderek duruşmalarını takip ettiği ve sonradan “kötülüğün sıradanlığı” diye kavramsallaşacak olan görüşlerini oluşturduğu, ünlü Eichmann dâvâsına ilişkin Gros’un getirdiği farklı bakıştır. Bilindiği gibi Eichmann, “Nihai Çözüm” denilen Yahudilerin toplama kamplarında yok edilmelerini içeren sürecin lojistik planlamasını yapan ve uygulayan kişidir. Kitleler halinde insanları imha edilecekleri kamplara büyük bir serinkanlılıkla gönderebilmiştir. Herkesin onun insanlık-dışı, sadist, sapık ve satanist bir canavar olduğuna hükmetmek istediği bir sırada Arendt çıkacak ortaya ve duruşmalarda son derece sıradan biriyle karşılaştığını yazarak büyük tepkilere yol açacaktır.
Eichmann’ın altı milyon kişinin katledilmesine yönelik getirilen iddialara karşı yaptığı savunması son derece basittir. O sadece kendisine verilen emirlere bürokrasinin parçası sıradan bir kişi olarak itaat etmiş, ettiği yemine sadık kalmıştır. Bu nedenle, sorumsuz olduğunu düşünecek kadar iddia konusu olaylara -ve de kendisine- yabancılaşmıştır. Arendt’e göre, o düşünme yetisinden yoksun olduğu için bunu bir savunma olarak düşünebilmiştir. O, acımasız sistem çarkının küçük bir dişlisidir. Aptalca genellemelerle ve klişelerle düşünebilmektedir; hayatı, olayları ve problemleri kendine ait bir açıdan göremeyecek kadar basmakalıp sözlerin ve hazır düşüncelerin esaretindedir. Kendi kendine yargılama ve karar verme yetisinden yoksundur.
Eichmann’ın bir diğer savunması da, aynı işi kendisi yapmamış olsa bile nasılsa birilerinin mutlaka çıkıp yapacağı ve aynı sonucun kendisinden bağımsız olarak illâ ki gerçekleşeceği argümanına dayanır. Dolayısıyladır ki sıradan bir insanın sıradan bir kötülüğü vardır karşımızda. Arendt’i asıl dehşete düşüren şey, bu korkunçluğu herkesin aynı kolaylıkla işleyebilecek olma ihtimalidir ve asıl önüne geçilmesi gereken budur. Fakat her şeye rağmen Arendt’e göre Eichmann’daki bütün bu yoksunluk bir yetersizlikten değil, insan iradesine bağlı bir mahrumiyetten kaynaklanmaktadır. Bu nedenle suçludur. Ölümle cezalandırılmalıdır ama bunun gerekçesi ahlâksal olarak canavarca bir eylem gerçekleştirmiş olması değildir. Suçludur çünkü o “aptallık yapmayı seçmiştir, çünkü düşünmemeyi, bilmemeyi, görmemeyi seçmiştir. Eichmann kendi kendini sorumluluksuzlaştırmaktan hüküm giymiştir.” (s.96)
Gros’un son derece yerinde şekilde belirttiği gibi, eğer Eichmann, düşüncesiz bir boyun eğişle çözümler bulmaya ve sorunsuz uygulamaya çalışmayıp -yani, aşırı bir itaatle çarkın dişlilerini yağlamayı bırakıp- asgari ve gönülsüz bir itaatle hareket etseydi, çok kısa sürede koca bir kaosun oluşmasına ve ölüm vagonlarının raydan çıkarak büyük bir karmaşanın ortasında kalmalarına önayak olabilirdi. O nedenledir ki Gros Arendt’in aptallık ve ‘sıradanlık’ açıklamasını yetersiz ve biraz da talihsiz bulur. Ona göre, insanın bir şeyi hiçbir sorumluluk almadan, hissiz bir biçimde, kendisini büsbütün araçsallaştırarak yapması, sanıldığı gibi ya da sanıldığı kadar pasif ve edilgen bir yetiye dayanmaz.
İnsan ancak kendi kendisini sorumluluksuzlaştırırsa bu mümkün olur ve bu da son derece aktif bir süreçtir; “İşte Arendt’in ‘aptallık’ dediği, bu ahlâki sapkınlık ve sorumluluksuzlaşma anıdır. Ama bu serbest bırakılmış, etkin ve bilinçli bir aptallıktır. ‘Kötünün sıradanlığı’ işte bu kendi kendini köleleştirme, aptallaştırma ve bilmek istememe inatçılığıdır” (s.101) ve son derece iradi, bilinçli seçimlere dayalı bir eylem biçimidir. Dolayısıyladır ki Gros için bu, kötülüğün sıradanlığı değil sıradanlık içine gizlenmiş etkin ve bilinçli bir kendine uzaklaşma hali ve kötülüğüdür. Bu bir tür kendi özgürlüğünden gönüllü olarak vazgeçme ve vicdani tepkilerini bastırmak için bilerek ve isteyerek yeterli bilgiye erişmemedir. Çünkü “İnsanın haysiyeti özgürlüğünden gelir… çünkü insanın kendi haysiyetine aykırı bir şeyi istemesi imkânsızdır” (s.104).
Son olarak, “nasıl olsa bir başkası bunu yapacaktı” konusunda da şunları söyler Gros: “Kendimi hiçbir şekilde suçlayamam: Emirler almıştım, sonunda bir başkası bunu yapacaktı nasılsa, o yüzden ne fark eder? Ne mi fark eder? Sadece bunu yapmış olan ben olmuş olacağım. Dünyanın genel düzeninde şüphesiz hiçbir değişiklik yaratmayacak ama benim dünyamda büyük bir değişiklik yaratacak minicik bir şey fark eder.” (s.151).
Gros’un başta andığım iki kitabını birleştirerek bitirmek gerekirse, insanın doğası ve toplumsallığı itaat değil itaatsizlik temellidir ve yürümek bunun en önemli göstergesidir. Yürümek, kendimizden uzaklaşmamak için en iyi vasıtadır.