Önceki yazımda (27 Kasım) ayağa kalkar kalkmaz dans eden “Dikilen İnsan”ın, sonra da türünü bir süre gazozla devam ettiren “İçen İnsan”ın evrimine değinmiştim. “Temaşa Aşk”ta ilk teması sağlayan ve tafsilâtıyla anlattığım gibi elbette gazoz vasıtasıyla ortaya çıkan Slow Dans’ın hakkını ise lâyıkıyle veremedim. O yıllarla devam ediyorum.
Slow Dans’ın güdük-güdüsel, doğaçlama figürlerini küçümsemeyin. Hayat kurtarır, aşk kurtarır, dar anlarda… “İlk adım sol öne, ardından sağ paralel, sol arkaya, sağ arkaya ve beşinci adım cross” şeklinde çapraz “yürüme” satrancının temel sekiz adımıyla sürüp giden tangoya, sadece kuğuların hakkıyla yaptığı “vals”e göre, nimettir.
Halaydan sonra hepimizin doğuştan yapabildiği ikinci dans (cilveloy nanayda) odur esasında. Aşkın özeti gibidir zaten; birinde koşturur, diğerinde soluklanırsın. Aşkın yarım asır önce onaylanan Kanun Hükmünde Kararnamesi “Love Story”nin baş delikanlısıyla, başka bir filme de mevzu olan “Tough Guys Don’t Dance (Sert erkekler dans etmez)” tayfasını bile piste çıkartan büyüdür. Tough Guy’ın Türkçeleştirilemeyen derinlikteki manasını ise, Titan Kronos kestiği için kanatsız, düşkün Eros’un artık serum fizyolojikten ibaret okuyla vurulan “plasebo grubu” olarak özetleyebilirim.
Slow Dans, “Tangoda popomuzu iki yana sallayıp, valsde mi kolları yukarı-aşağı indirip kaldırıyorduk?” şeklinde kökten yanlış ve içinden çıkılmaz soruların önüne de geçer. Bir takım TV yorumcularının “Aaaa! Orada da kamusal bir soru varmış” diyerek, “Her kuşu, Pelikan’ı bile uçurduk da, bir leylek kaldı” babından bu mevzuya da atlamalarını önler ayrıca.
O yalnız ve yalnızlaştıkça konuşkan muhitte, bilmediğin her konuda konuşmak temel içgüdüdür. En azından aşk, sevgi, dans gibi konularda öyle “laf olsun, torba dolsun”a fırsat verilmemelidir. Bırakın torbayı, başka hamâsîyat doldursun.
Elleri kelepçeleyen danslar
Slow Dans’ın nimetleri say say bitmez… Tedbiren eli ele kelepçeleyen tangonun-valsin yanında, dans ederken ellerin serbest kalmasını da sağlar tabii. Devrimin bu yönü de hayırlara vesiledir. Çünkü “Kelepçeli Âşık”, sadece 1955 tevellüdlü Hitchcock filminde ve bir kısım demode fantezide muteberdir artık.
İnsanı esir alan aşkta, bari eller serbest olmalıdır. Slow devrimiyle genelde erkekler iki elini partnerinin belinin sağının soluna -paralel- yerleştirir. Kadınlar da elleriyle erkeğin omzuna bastırarak onu sabitler. Tango, vals gibi kural tanımadığı için devamı, figürleri doğaçlama maharetine göre değişiklik gösterebilir.
Yine de kibar görünümlü Delikanlı SLX adam (gibi adam), sağ elini usulca damının beline -değdi değmedi bir temasla- koyarken, netâmeli sol elini kısmî felç geçirmiş gibi manasız bir duruşla aşağı sarkıtır. Kısaca “Düşündüğünüzü -şu an- yapmıyorum” mesajını verir dedici-koducu âleme. Cool da gösterir aslında…
Ama dikkat, sol elini… En, en yakın iki solak arkadaşım alınmasın ama… (Adlarını yazamıyorum dava açarlar) “Ellerin Dili” tedrîsatına göre sol el şeytanı yedirdiğinden, solaklık makbul ve caiz değildir. Zaten tüm insanlar yaradılıştan sağlaktır. (Yumuşak G’ye bu kez de sağ elini kullanan arkadaşlarım alınmasın diye özen gösteriyorum.) Pek sık yapılmasa da araştırmalara göre, örneklem grubundaki tüm bebekler doğduklarında annelerine sağ elleriyle “Selam, ben geldim…” mesajını vermişlerdir.
Solak olmak mazeret teşkil etmez. O yüzden solak olanlar da toplum içinde sağlak görünmeye çalışır. Yoksa youtube fenâmeni bir “hoca”nın pedagojik tavsiyesiyle, herkes sol eline iğne batırır (batırmalıdır). Benim hangi “lak”lardan olduğum -olur a- merak konusuysa… Reyting yani “lak lak” açısından o muammanın, o lakırdının artarak devamını dilerim.
(Sazlı) Sözlü Tarih’te Anadolu Rock
Bu hafta da (Sazlı) Sözlü Tarih’in loş ama öyle de hoş koridorlarında “Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde, bir türkü tutturmuş” yürürken, Gençlik Çayları’nın Ankara Maltepe’deki Şato Yazar, Köşk, Güneypark yakasında Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray, Üç Hürel’in de sahne aldığını hatırlatmalıyım.
“Elleri ak yumuk yumuk, ojeli tırnakları” tutan avucu nasırlı delikanlının, o şarkıyla dans ederken aynı anda hem aşkı, hem protestoyu hayata geçirmesinin lezzeti ayrı olur. Verdiği zevki dans ederken anlatamaz ama bu harika bir oksimorondur. Bir kısım iktidarlar gibi temelini, teorisini “kutsal itaat” mutlakıyeti üzerine oturtan “aşk” protesto edilmez. Edersen, aşk çok kırılır sana.
“Gençlik Çayı sahnesi”ne çıkanlar arasında Ersen ve Dadaşlar da olabilir ama onu hatırlamak istemiyorum. Sevenini kırıyorsam, gençliğime verin… Zaten o da bizi asla muhatap almaz, albümlerinde Anadolu Kayası’nı (Rock) “Aman tertip can tertip” askere, “Aman aman can polis”e (Polis Haydar) dayandırırdı. (1980’lerin huzurlu, özgür ortamında “Askerden, polisten niye çekiniyordu ki?” diye az düşünmemişimdir.)
Ancak hemen her Çay’da “Türküz türkü çağırırız” makamından ulusça asıl tutturulan türkü, Hafif Milli Türk Müziği, Berkant’ın “Samanyolu” şarkısıdır. Bir o yana, bir bu yana sallanmalı Slow Dans, hatta aynısının kolları aşağı-yukarı sallamalı modeli vals için biçilmiş incili kaftandır. “Ront”un sadece çocukların inhisarında olmadığını da kanıtlamıştır herkese.
Gençlik Çayı’nın Enternasyonali
Ötesi, o âyinsel “Oh Lady Mary” tefsiriyle “Enternasyonal”dir. Önce Fransa’ya, sonra Dalida’yla İtalya’ya ve “zahmetsiz dinlen(dir)en, herkeşçe sevilen” elverişli tarzıyla tabii ki Paul Mauriat orkestrasıyla dünyaya yayılmıştır. Gençlik Çayları Organizasyon Komitesi de, her açılışın o Enternasyonalle yapılmasını, sanıyorum “İçeride sadece her renkten Rocker değil, Batıcı Ulusalcı müstakbel Beyaz Türkler (¹) de var arkadaşlar!” düşüncesiyle ortak karara bağlamıştır.
O şarkı bana nafile vals antrenmanlarını hatırlatsa da… Fon müziği olarak darbeden önce “Bir şarkısın sen Samanyolu”, Nobel Barış Ödülü’ne aday olan Kıbrıs Harekâtı ve darbelerde “Bir başkasın sen Memleketim” ile zihnimde bunaltıcı bir müzikal kronoloji oluştursa da… “Gençlik Çayı”nın Slow girizgâhındaki mâsum pâyesiyle borcumuz çoktur ona.
Bazen söylenmeme bakmayın. Tüm yazılarım, niyetimce, lisanımca, “yurtta sulh cihanda sulh” yazıları… Düşününce… Epeydir “My Way”im de Samanyolu belki. Açık gecelerde boydan boya görülen, bünyesinde milyonlarca yıldızı sarmalayan, o uçsuz bucaksız “gök ada”… O biricik Kutup Yıldızı öyle uzayda, Samanyolu’nda ne ki! Olsa olsa o rengâhenk sonsuzda bellenmiş, her yolunu kaybedene aynı yönü direten bir detaydır, hocam. Bazen kaybolmak, ömür boyu aynı adreste var olmaktan iyidir vesselam.
Protokol dansından “Slow”a
Gazozla ilgili yazı dizimin yedinci bölümünde, “Gazlı İçecekler ve Gençlik Çayları” fasikülünü o dönemin nakaratıyla “Oyna(t)maya az kaldı…” noktalarken, “Bu bölümdeki bazı görüntüler rahatsız edici olabilir” uyarısını yapmalıyım.
Davetiyesi, mesafesi “ebeveyn protokolü”ne göre belirlenen nişan-düğünleri, başöğretmen disiplinindeki mezuniyet balolarını saymaz, ebeveyni yazlıkta evlerdeki korsan partileri istisna sayarsak, “Gençlik Çayı’nda Dans”ın istisnai kıymeti daha iyi anlaşılır. O mekânlarda bir dönem kasalarca içilen gazlı meşrubatların, “Gençlik Çayları”nın hakkını helâl ediyorum…
Fakat karşı devrim, böyle köklü hareketlere yine sessiz kalmaz. “Türkiye’de kadın olmak” her devirde Survivorken, bir de gazozlara durmadan ilaç atan alaylı tıbbi mümessil Nuri Alço’yu salar ortalığa… Yeşilçam’ın kamu spotları, tehlikeyi, vahâmeti tüm yurda yayar.
Yazıya bir agraf iliştirirsem… Gazozun, meyvelisinin, kolalısının icadı bir ihtimal ecnebi olabilir ama “ilaçlı gazoz” bize tescillidir. Sonuna her zamanki gibi “men” ekleyerek her bir şeyi, örümceği bile kahraman yapan Batı’da kimin vardır, teveccühle anılan İlaçlı Gazozu, hatta doğuştan/doğrudan coşkun Tecavüz Kahramanı?
Zorla gazoz içirilenin âkıbeti
Bizim vardır… İlaçlı Gazoz efsanesinin ne kadarı gerçekti bilemem. Kendi payıma, gazozuna ilaç atıldığı için Hüseyin Üzmez olana o tepeden tırnağa “Gazoz Devri”nde bile rastlamadım da… O çok yönlü oksimoron, Alço’yu bile emekli eden uzun yıllar sonra -ters köşeden- çıktı karşıma.
Üzmez 77 yaşında, 14 yaşındaki kız çocuğuna taciz-istismardan yargılanırken o denklemdeki mağduru tersine çevirdi. Ve emsalsiz savunmasıyla o kapağın altına sığınmaya çabaladı: “Olay günü tanımadığım kişiler istememe rağmen bana gazoz içirdiler, rahatsızlandım.”
Eh… Yahu… Belki de biçare savunucularının o dalgada, denizde yalana sarılarak bellettiği deyişiyle “tanımadığı kişilerin zorla verdiği gazozu içmek”, “eril failler”in pespaye savunmalarında çığır açmıştır. Ancak yalanın baloncuğu, gazozun kapağı açılana kadar.
Yerim dar, okur tezokur… Bir zamanlar neredeyse “Gel senin yazılarını ‘iktidar köşesi’ne gömelim desem, sığmazsın” diyecekti, en mühim gazetenin en baş editörü. Şimdiki önü-arkası iki yaprak gazetelerdeki köşelere “Selâmınaleyküm” bir yana, ne kadar kısaltsam da “Selam”ım sığmaz.
Serbestiyet’te serbest ama… Taş olası özbeöz denetim işte. Şeytanı bile yedirip, içiren sol elim, yazıyı uzatınca sağ elimi tutuyor. (Hangi “lak” olduğuma dair kuvvetli ipucu.) Olsun, mümkün olduğunca -efendice Slow’daki gibi- tek el serbest devam edeceğim. Şikâyetinizi bana, memnuniyetinizi dostlarınıza iletiniz.
Haftaya “şahsa özel” kolalarda, “yazıldığı gibi okunan” ecnebi mevzularda buluşmak dileğiyle…
(¹) COLA VE ÇİKOLATA RENKLİLER
Beyaz Türkler göze batmaya, Tursil Beyazı uzaktan bile tanınmaya başlayınca, iş yine Cola’ya düşer. Izgarada bronzlaşma (solaryum diyen Beyaz Türkler de vardır) henüz icat edilmemiştir. Ve Cola sadece plajda o “buz gibi serinlik”i yudumlarken değil yanmak, bronzlaşmak için de kullanılmaya başlar. Asgari mutfak bütçesini Ambre Solaire’e ayıramayanlar da, aynı renk ve kıvamı, azıcık zeytinyağı, azıcık tentürdiyot, bolca kola karışımıyla tuttururlar.
Böylece plajda şemsiyesi üst direk zenginler marka güneş yağını damla damla kullanırken, hemen çeperindeki çadırı orta direk nispi yoksullar edindikleri aynı şişedeki ev yapımı iksiri avuç avuç sıvanırlar. Halk plaja akın ettiği için denize giremeyen vatandaşın sorununu çözen, üstüne öyle orta, alt direkleri, hatta direksizleri asla görmemelerini sağlayan Beach Club’lar henüz icat edilmediğinden, birçok yerde -afedersiniz- herkes iç içedir.
Ötesi… İki saattir bembeyaz oturan zenginlerin rengini, 10 dakikada bronzlaşarak döndüren ikinci grubun keyfi, karşı sınıfa tattırdığı acı parayla da ölçülemez. “Bozum etmek” deyimi de o tarihlerde dolaşıma girmiştir. (Yine de balkonda, plajda denemeyiniz.)
Bu icatla “çikolata renkli sanatçı” mertebesine ulaşan kesim, ilk kez ülkenin yaz ortalamalarına, standardına uyum sağlarken, Bronz Beyazı Türk sınıfına da başköşeden ilişir. Beyaz Türkler “Beyazın da beyazı var” sloganıyla varlıklarını korumaya çalışsalar da… İlgili literatüre bir ara ilk sayfadan spotlanan Ad ve Soyadları, kısa sürede Kavramlar Tarihi’nin tozlu sayfalarına karışmıştır.
Ben demiştim de ne demiştim gazoz dizimin ilk bölümünde (22 Kasım); “Özgürlük, Eşitlik, Adalet, Kalkınma bu kapağın altındadır…”