Wade Davis’in, Yol Bilenler’i (Kolektif) çok güzel bir kitap. Her güzel kitapta olduğu gibi tek bir soru’nun peşinden gidiyor: modern dışı ya da sanayi öncesi diye kolayca büyük bir genellemenin içine soktuğumuz küçük ama kadim kültürlerin, sanılanın aksine giderek değerini kaybetmek şöyle dursun fazlasıyla önemli hale gelişinin ardındaki nedenleri sorguluyor. Dünyanın “düz” olmadığını, “tepelerle, vadilerle, ilginç anomalilerle ve ruhani faaliyetlerle dolu bir yer” (s.14) olduğunu bilerek ilerliyor.
Binlerce yıldır çölün ortasında ya da buzulların arasında hayatta kalmayı başarmış insanların ilkeller değil hiç açılmamış bir yoldan ilk gidenler, yolu ilk bulanlar olduğunu, klişelere kapılmadan kendi tecrübelerini katarak, heyecanını kelimelere aktararak anlatıyor. Bu yalın gerçekliği görmek için aynı yalınlıkta bir eylem gerektiğini, bunun için tek yapılması gereken şeyin içinde yaşadığımız toplumun bakış açısını ve yaşam değerlerini mutlak gerçeklikmiş gibi görmemek, basitçe kendi dünyamızdan çıkmamız gerektiğini vurguluyor: “İçinde yaşadığımız sosyal dünya, mutlak bir anlamda var değildir; sadece bir gerçeklik kalıbından, ait olduğumuz kültürün ataları tarafından nesiller öncesinde layıkıyla yapılmış birtakım zihinsel ve manevi seçimlerin sonucundan ibarettir.” (s.11).
Her kendini bilen insan gibi, kendi kültüründen ve yaşadığı dünyadan çıkıp uzak diyarların yaşamlarına dalmayı, dünyayı anlamlandırmanın sayısız başka biçimlerinin olduğunu sürekli akılda tutmayı ve esen rüzgarın bilinmeyen bir yerlerden bize mesaj getiren aracılar olabileceğini düşünmemizi istiyor. Rasyonel aklımızın, teknolojiye dayalı ilerleme yanılsamalarımızın ve basit yaşamlara tepeden bakan kibrimizin üzerinden tabiri caizse buldozerle geçiyor.
İnsan aklının alamayacağı kadar karmaşık, sonsuz ve tuhaf bir dünyayı küçük aklıyla anladığını ve açıkladığını zanneden basitliğin karşısına derin bir bilgelikle ve kadim öğretilerden süzülüp gelen koca bir yaşam felsefesiyle çıkıyor. Ve bütün bunlar için seyahat etmek gerekiyor: “Seyahat etmenin en güzel yanlarından biri, kadim yol yordamları unutmamış, geçmişlerini esen rüzgarda hâlâ duyabilen, yağmurlarla yıkanan taşlarda hissedebilen, bitkilerin kekre yapraklarında tadabilen insan toplulukları arasında yaşama fırsatı yakalamaktır.” (s.11).
En az hayatı var eden biyosfer kadar önemli bir başka katmandan, kendi deyişiyle “yaşam ağı”ndan, yani “etnosfer”den söz eder: “Biyosfer dediğimiz biyolojik yaşam ağı yeryüzünün selameti için ne kadar önemliyse, bu yaşam ağı da o kadar önemlidir. Bu sosyal yaşam ağına ‘etnosfer’ diyebiliriz. Bu terim, bilincin ortaya çıkışından bu yana insan imgeleminin hayat verdiği bütün düşüncelerin, sezgilerin, mitlerin, inanışların, fikirlerin ve esinlerin toplamı olarak tanımlanabilir.” (s.12). İnsanlık, tek bir ailedir ama bu ailenin en belirgin özelliği kendini içinde bulduğu karmaşık bir dünyada yolunu bulabilmesini sağlayan sezgisel aklı ve hayal gücünün bambaşka kapılar açması, zengin bir çeşitlilik içermesidir.
Davis’in kitabı, her iyi kitapta olduğu gibi tek bir mesaj verir aslına bakılırsa. Bu mesaj, bir yerde saygıyla ve sitayişle bahsettiği antropolog David Maybury-Lewis’ten ilhamla, ister modern ister modern-dışı olsunlar veya bugünkü baktığımız yerden teknolojik, ekonomik ve siyaseten ne denli “geri kalmış” gözükürlerse gözüksünler, bütün kültürlerin esasında “aynı zihinsel kıvraklığa” ve “aynı zeka kapasitesine” sahip olduğu görüşüdür: “Bu zihinsel kapasitenin ve potansiyelin, Batı’nın büyük bir başarıyla elde ettiği gibi, müthiş teknolojik buluşlar aracılığıyla mı, yoksa sözgelimi Avustralya’daki Aborjinlerin büyük önem atfettiği gibi, bir efsanenin özünde bulunan karmaşık hafıza düğümlerinin çözülmesi aracılığıyla mı hayata geçirileceği, tamamen bir tercih ve yönelim meselesidir, uyum sağlamaya yönelik güdülerin ve kültürel önceliklerin neticesidir.” (s.24).
Yani, “geri” ya da “modern-dışı” saydığımız kültürlerin Batı kültürleri gibi olmayışı zannedilmek istenilenin aksine, Batılılar gibi olmak isteyip, bunu deneyip başarısız olmaktan kaynaklı bir istenmeyen sonuç değil tam aksine bilerek ve isteyerek yapılmış tercihlerin bir sonucu olabilir. Çünkü -evet burası son derece önemli!- her kültürün hayatı anlamlandırma biçimleri, doğayla ve yaşamla kurduğu bağ, insanların birbirlerine olan bağlanışları ve en önemlisi, dünyaya dair soruları başka başkadır. Teknolojik gelişme ya da ilerleme çoğu kez nasıl sorusunun cevabıdır oysa kadim bilgelik hemen her zaman -Davis’in kitabın başından sonuna ustalıkla gösterdiği gibi- niçin sorusunun ardında gizlidir.
Hiçbir kadim kültürün ana amacı “daha iyi” bir yaşam olmamıştır çünkü daha iyi bir yaşam gerçek manada bir amaç değil amaçsızlıktır oysa varlık ve insanlık amaçsız bir dünyada ancak kendini sonlandırabilir. Diğer bir deyişle, eski kadim kültürlerde dünya, bilimin konusuna indirgenemeyecek ya da nesneleştirilemeyecek kadar canlılığa sahip, nasıl anlamlandırdığınıza göre değişen anlamlara sahiptir. Eğer bir kültürde başlangıç ve son diye bir şey, zaman diye bir şey yoksa yaşamın salt yaşamaktan ibaret bir anlamı olabilir mi?
Bilgeliğin ya da hikmetin amacı, hayatın anlaşılmazlıklarını açıklamak değil varlığın içinde olduğunu bildiğimiz ama dile getiremediğimiz esrarın sezgisel bilgisine kavuşmaktır. Bu hayatın amacı, yaşamak ya da daha iyi yaşamak değil, tam tersine yaşamın amacı bu hayatı anlamak ve anlamlandırmaktır. Böyle bakınca her şey daha anlamlı hale gelir. Bakmasını bilenler için, bulutların renkleri ve şekilleri, rüzgarın hangi yönden estiği, kuşların başıboş dönüşleri ya da ormanın sessizliği anlam yüklü bir yaşam amacının şifreleridir. Yazılı bir kültürünüz olmasa da hayatı okumak mümkündür. Ancak böyle bakan biri akan bir nehrin sesinde insan kalbinin çıkardığını andıran sesler duyabilir; tıpkı bir roman okuyan modern bir insanın karakterleri canlandırması ve canlı zannetmesinde olduğu gibi!
Modernizmin bedeli ağır olmuştur. Bununla yalnızca irrasyoneli, büyüyü, geleneği, inançları, mitleri, mistisizmi ya da metaforik zihni terk etmiş olmadık. Bununla esasında bütün bunları yaratan aklı ve hayal etme gücünü, ruhsal derinliği de yitirdik ki sonuçta hayat -belki de!- hiç olmadığı kadar rasyonel ama hiç olmadığı kadar yüzeysel, amaçsız ve anlamsız hale geldi. Bu yeni insan için elbette ki “toprağın bir ruhu olabileceği, bir şahinin uçuşunun bir anlam taşıyabileceği, ruhani inanışların hakiki yankılarının bulunabileceği fikri alaya alınıp bir kenara” atılacaktır (s.102). Oysa, mühim olan bir şahinin uçuşunun bir anlam taşıyıp taşımadığı değil, insanı bunu düşünmeye iten yaşamın bilgelikle ve derinlikle yüklü olabileceği fikridir.
Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerin ortasında, dünyanın en zor tabiat şartlarında küçük kabileler halinde yaşayan insanlar dışarıdan bakıldığında sadece hayatta kalmak için uğraşıyor gibidirler çünkü aslında yaşamak için yaşamamaktadırlar. Başka bir deyişle, önce hayatta kalıp sonra yaşamamakta, ya da önce iyi bir ev, araba, iyi bir meslek ve eş sahibi olup sonra yaşamaya çalışmamakta, baştan sonra canlı bir yaşamın içinde her an onunla birlikte nefes alıp vermekte, bütün bir hayatla, dünyayla ve de ölümle bütünleşmektedirler. Burada inanç ve öğreti kişiyi o kadar güçlü bir biçimde sarıp sarmalar ki onun dışına çıkmak dünyadan atılmak gibidir. Dünyayı tüketmek, onu bir hammadde deposuna çevirmek kutsala yapılmış bir saldırı olabilir. İnsan belki de bu dünyaya almak için değil vermek, tüketmek için değil besleyip büyütmek için gelmiştir ve böyle bakabilmek için nasıl değil niçin sorusunu sormak gereklidir.
Bitirirken bir kez daha, Davis’in -kelime kelimesine katıldığım ve daha iyi ifade edemeyecek olduğumdan emin olduğum- şu sözleriyle son verelim: “Elinizdeki kitaptan tek bir mesaj çekip çıkaracak olsaydım o da şu olurdu: Kültür kesinlikle eften püften bir şey değildir. Ne süs ne de zanaat ürünüdür, ne de söylediğimiz şarkılar ya da ettiğimiz dualardan ibarettir. Kültür, hayatların üzerini anlamla örter adeta. Bireyin, bilincin sonsuz duyumsamalarını kavrayabilmesini, ne anlam ne de düzen içeren bir evrende nihayet anlam ve düzen bulabilmesini sağlayan bir bilgi bütünüdür.” (s.160).
“Bitirirken” dedim ama yine de benim tek cümlelik mesajım ne olurdu diye kendime soracak olursam, anladığım şey şu ki hayatı gerçek anlamda yaşamak kendimizden uzaklaşmakla başlar ve bunun da en iyi yolu başka kültürlerde yapılan yolculuklarda gizlidir. Sayısız öğretiden ve bilgelikten beslenerek ilerleyen, hiyerarşi kurmadan insanlara eğilebilen, yaşamak için yaşamanın dayanılmaz ağırlığından uzakta, yorgunlukların keyfe dönüştüğü bir yolculuk hayatın anlamı nedir sorusunu unuttuğumuz ve tam bu nedenle bu anlamı kendi içimizde duyduğumuz bir pencere açabilir.