Attila İlhan’ın Cihan Harbi’nden sonra Mütareke yıllarında geçen Dersaadet’te Sabah Ezanları isimli romanındaki kahramanlardan Münif Sabri nişanlısı Neveser’e şöyle demişti: “Esasen harp bitmedi Neveser, gayri muayyen bir zemine intikal etti. ” Türkiye’nin Kürt sorununu çözüm süreci de esasen bitmemiş, ‘gayri muayyen bir zemine’ intikal etmiştir.
Aradan yüz yıl geçmiş olsa da bazı yorumcular Cihan Harbi’nin hâlâ devam ettiği görüşünde. Özellikle Arap Baharı’ndan sonra Ortadoğu’da cereyan eden olaylara, hele hele Kürt jeopolitiğindeki hareketlenmelere bakınca harbin pekâlâ ‘gayri muayyen bir zeminde’ devam ettiğine hükmedebilirsiniz.
Bu gayri muayyen zeminde çözüm sürecini yeniden canlandırmak mümkün mü?
Bunun mümkün olup olmadığına bakmadan önce vaktiyle büyük umutlar yaratmış çözüm sürecinin arkasındaki ‘stratejik mantığı’ hatırlatmak lazım.
Bölge üstü güç olmanın ön şartı: İçeride barış ve huzur
Türkiye Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra bir gerçeğin farkındaydı: Kendi vatandaşı Kürtlerle sorunlarını çözmeden ‘bölge üstü bir güç’ olması mümkün değildi. Kendisine, dünyanın ilk on ekonomisinden biri olma hedefi koyan bir ülkenin yakın coğrafyasındaki devletler ve halklarla bütünleşmesi, bunun için de önce kendi iç barışını sağlam bir zeminde konsolide etmesi gerekiyordu.
2005 yılından itibaren temelleri atılan, 2009’dan itibaren resmen ilân edilen çözüm süreci bu stratejik mantığa oturmuştu.
Konjonktür belirleyicidir
1990’lardan itibaren edindiğimiz tecrübe bu tür süreçlerin bölgesel ve küresel konjonktürle bağını ortaya koyuyor. Konjonktür uygunsa bütün engellemelere, içeriden veya dışarıdan yapılan provokasyonlara rağmen süreç ilerleyebiliyor, uygun değilse ağzınızla kuş tutsanız süreci ilerletmek mümkün olmuyor. Çözüm sürecinin 2009 yılında resmen ilan edilmiş olması o yılın son derece elverişli bölgesel ve küresel konjonktürüyle ilgiliydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Gül’e ‘güzel şeyler olacak’ dedirten bir konjonktür hüküm sürüyordu. Türkiye’nin bölgesel etkinliğinin dikkat çekici şekilde arttığı, Suriye’den İran’a Rusya’dan Almanya ve Amerika’ya kadar kritik aktörlerle ilişkilerinin gayet olumlu bir zeminde ilerlediği, bu tablonun sonucu olaraz PKK’nın tarihindeki en ağır izolasyona uğradığı bir dönemdi.
Velhasıl zemin yüz yıllık yaranın kapatılması için hamle yapmaya uygundu.
Ancak maalesef bu uygun zemin uzun süre öyle kalmadı. Aradan iki yıl bile geçmeden Arap Baharı PKK’nın tecridini sona erdirdi.
Kürt sorununa çözüm arayışlarında görüşmelerin başlangıç tarihini 2005 yılına, hatta daha da öncesine götürmek mümkündür ama 21 Mart 2013 Abdullah Öcalan’ın varılan mutabakatın ardından ‘silâhlara veda’ mesajını verdiği tarih olması itibariyle dönüm noktasıydı. Gelgelelim, 2013 Mart ayında Arap Baharı’nın rüzgârları Suriye kıyılarına çoktan vurmuş, Suriye rejimi halkın serbest seçim taleplerine direniş kararı almış, katliamlara başlamış ve tabii Arap Baharı’nı destekleyen Türkiye ile de köprüleri çoktan atmıştı. İran ve Rusya Şam rejiminin arkasında duruyor, bu üç ülke Türkiye’ye karşı ‘PKK kartını’ yeniden bir koz olarak kullanmaya başlıyordu. PKK dağ kadrosunun 2007-2008 ‘den beri yaşadığı tecrid sona eriyordu. Pek çok başka faktörden bahsedilebilir, ve tabii hükümetin bu süreci bihakkın yönetemediği de ileri sürülebilir, ama süreci çökerten ‘tayin edici faktör’ Suriye’de ortaya çıkan yeni jeopolitik şartlar ve burada kendisi için daha büyük bir pasta olduğunu düşünen PKK’nın tercihtir. 2014 ekim ayından itibaren Amerika’nın sahada kendisi çarpışacak ‘asker’ aramaya başlamasıysa deyim yerindeyse PKK’nın önüne adeta dünyaları serdi.
PKK’nın Amerika ile Paris- Duhok Görüşmeleri
Ankara- İmralı-Kandil- Washington hattındaki trafikte 16 Ekim 2014 tarihine özellikle dikkatinizi çekmek isterim. Ankara ile İmralı arasında üzerinde mutabakata varılan ‘yol haritası’ HDP’li vekillere o gün verilmişti. Aynı gün Irak’ın Kürt bölgesindeki Duhok’ta Kandil’in temsilcisi PYD Eş Başkanı Salih Müslim Amerika’nın Ulusal Güvenlik Konseyi’nin ikinci adamı Anthony Blinken ile pazarlık yapıyordu. Duhok buluşması, Salih Müslim’in Amerika’nın Suriye Özel Temsilcisi Daniel Rubinstein ile 12 Ekim’de Paris’te yaptığı – bir başka deyişle Amerika’nın 1997’den beri ‘terör örgütü’ olarak gördüğü bir yapıyla ilk kez masaya oturduğu görüşmeden dört gün sonrasında oluyordu. Salih Müslim Amerikalılara kendilerine yeterli silah verilirse bu silâhlarla ‘Kobani’nin ötesinde de’ savaşmayı kabul ettiklerini söylüyordu. PKK, Pentagon’un emrine girmeye hazırdı.
Peki ne karşılığında?
Aralık 2014’ten Haziran 2016’ ya kadar Amerika’nın desteğiyle PYD-YPG’nin eline geçen alanların haritasına şöyle bir bakan herkes bu desteğin ne karşılığında verildiğini anlar. Türk resmi makamları PKK’ya o tarihten sonra akan Amerikan silahlarının 18 bin tırı bulduğunu söylüyor. Yani IŞİD’e karşı ‘Amerika’nın askeri’ olmak Kandil’dekilere rüyalarında göremeyecekleri kadar silah, kontrollerine bırakılacak büyük alanlar ve ‘uluslararası meşruiyet’ sağlayacaktı.
Bu tablo karşısında 2014 Ekim ayından sonra Kandil’deki KCK yönetiminin Türkiye içindeki çözüm sürecine zaten ‘zoraki’ olan angajmanının tümüyle bitmiş olduğunu anlamak çok zor olmasa gerek.
Dünyanın tek süper gücü Amerika ile masaya oturmuş, Suriye’de Türkiye sınırı boyunca büyük topraklar kazanmaya başlamış bir PKK’nın, Türkiye’yle Kürt sorununun ‘demokratik haklar zemininde ve adem-i merkeziyet çerçevesinde’ çözümünü samimiyetle konuşacağına kim inanır?
Daha açık ifade edelim, o noktadan sonra Kandil/PYD ekseni, oyunu artık tamamen Amerika ve onun müttefikleriyle oynamaya başlayacaktı. Nitekim önce 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar ‘eylem yapmayacaklarını’ açıklayıp, seçimden sonra da ilk fırsatta Ceylanpınar’da ‘bir Apo’cu fedai timi’ eliyle artık kendilerine yük olan süreci tümüyle berhava ettiler.
O noktadan sonra devlet de son 20 yılda PKK’ya karşı hem içeride hem dışarıda benzeri görülmemiş operasyonlara girişti, ‘etkisiz hale getirilen’ PKK’lıların sayısı resmi rakamlarla on bini geçti.
Kürt Sorunu Çözülmüş Değildir
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu 2 Aralık tarihinde Ağrı’da yaptığı açıklamada PKK’ya katılanların sayısının 2014 yılında 5 bin 500 olduğunu, artık son günlerini yaşadığımız 2018 yılı içindeyse sadece 95 kişinin örgüte katıldığını bildirdi. Türkiye içindeki silahlı PKK unsurlarına karşı başarılı bir mücadele verildiği başka verilerle de sabit. Devreye giren istihbarat uyduları, insansız hava araçları gibi yüksek teknoloji ürünü imkanların da katkısıyla Türkiye içindeki arazide örgüte karşı ‘mutlak hâkimiyet’ sağlanmış durumda.
Bu tip veriler bir resmi görebilmek için önemli ama sürecin akışını kavrayabilmek için yeterli değil. Nitekim 5 Temmuz 2010 tarihinde dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un her yıl dağlardaki ortalama PKK’lı sayısından hareketle, ‘Matematiksel olarak baktığımızda 26 yılda güvenlik kuvvetleri beş defa bu PKK terör örgütünü bitirmiş’ sözleri akıllardadır. Sayılara baktığımızda 2010 yılından sonra da örgütün kim bilir kaç kez ‘bitirilmiş’ olduğu söylenebilir.
Ama örgüt ‘bitmiş’ değildir.
Kaldı ki kimilerinin zannettiği gibi ‘örgütü bitirmek’ ile ‘sorunu çözmek’ bütünüyle aynı şey değil.
‘Hendek savaşları’ndan bu yana örgüte Güneydoğu’daki tabanın da yüz vermediğini görüyoruz. Türkiye 2000’li yıllardan itibaren AB sürecinin de etkisiyle önemli demokratikleşme hamleleri yaptı. Bugün örgütün tabanda destek sıkıntısı yaşıyor olmasının sebebi askeri alanda verilen mücadele kadar, belki ondan daha fazla son 15 yılda yapılan reformlardır.
Ama bütün bunlar Kürt sorununun çözülmüş olduğu anlamına gelmiyor.
Türkiye, bir gün mutlaka bu konuya yeniden dönmek, aidiyet bilincine derinlik katacak adımlar atarak bu yarayı kapatmak zorundadır.
PKK içeride silahlı mücadeleye başladığı 1984’ten bu yana belki de en zayıf olduğu dönemlerden birini yaşarken dışarıda hiç görmediği kadar silahlı güce ve uluslararası desteğe sahip. Örgüt içeride ne kadar zayıfsa sınırın öte yakasında arkasına küresel destek sayesinde o kadar güçlü. PKK’nın dışarıdaki varlığı Türkiye’ye karşı ilk kez stratejik düzeyde bir tehdit oluşturuyor. Böyle bir dönemde yeniden bir çözüm süreci olur mu diye sormak doğrusu bize hakikatlerle bağı kopartmak gibi görünüyor.
Hasılı kelâm, Suriye sahası istikrara kavuşmadan, Türkiye’nin muhatabı ve muarızı aktörlerin (devlet veya örgüt) ayakları suya ermeden, dahası süreci çökerten PKK’lı aktörler ve zihniyet sahneden çekilmeden yeni bir çözüm süreci gerçekçi görünmüyor.