Trabzon’dan çıktım yola / vardım geldim istanbul’a / bu ne biçim yermiş ula / hiçbir yere benzemeyi… / kara kışta buz satarsın / tatlıcıda tuz satarsın / becerikli pezevenksen / keloğlanı kız satarsın (Yaşar Miraç, Trabzon’dan Çıktım Yola şiirinden).
Hollanda karşısında alınan 6-1’lik hezimetten sonra basın toplantısında şöyle dedi Şenol Güneş:
“Sorumlusu benim. Oyuncular görev adamıdır. Görev verdiğinizde aslanlar gibi görevini yapar. Üzgünüm. Bu işe başlarken herkesin isteğiyle geldim ama bir senedir ekonomiyle başlayan düzen ve şeytanlığın karıştığı bir düzen oluştu. Düzen ve şeytanlık karışmış. Düzen artık şeytani olmuş. Bu sonuçları alarak şeytani düzeni bozabilirdim ama bozamadım.”
Şenol Güneş olası bir başarısızlık durumunda başına gelecekleri gayet iyi biliyordu. Güneş’in bilmediği bir şey vardı: Hızla gelişen futbolda çabukluk, dayanıklılık, atletik özellikler ve tabii takım oyunu konularında yetersiz kalmış, bu konuda kendini ve takımı geliştirmemişti. Futbol kendini yenilemişti; Güneş olduğu yerde kalan eskiyi temsil ediyordu. Son Avrupa Şampiyonasında yaşadıklarından bir ders çıkarmamış belli ki, öyle olunca böyle sonuçlar da kaçınılmaz olarak sahaya yansıyor.
Maça çıkarken ‘aslansın, kaplansın, sen bu işi bitirirsin’ gibi sözcüklerle oyuncuları tabiri caizse ‘gaz vererek’ maça hazırlamak devri çoktan kapandı. Her alanda bilgiden nefret eden, bilgi yerine hamasete sığınan toplumun, sahada kendi kendisiyle yüzleşmesidir dün akşamki maç.
Avrupa Şampiyonası öncesinde yabancı basın tarafından bile gizli favori gösterilen, milli takımlar yöneticisi Selim Soydan’ın “Yüzyılın en iyi jenerasyonu” diye nitelediği milli takımın sahada ne yaptığının belli olmamasının, bu kadar ezik futbol oynamasının nedeni sadece oyuncular olabilir mi? Kaldı ki bu ‘seçilmiş’ oyuncuların tamamına yakını Avrupa’nın en iyi liglerinin üst düzey takımlarında başarıyla futbol oynuyor. Bu kadar kişiliksiz oynamalarının nedeni futbolcular olamaz. Dünya Kupasına, grup elemelerinin ilk iki maçında Hollanda ve Norveç’i yenerek flaş bir başlangıç yapan aynı oyuncular değil miydi?
İstanbul’un futbol oligarşisine karşı durmak meselesi
Şenol Güneş milli takımın başındaki ilk döneminde futbol tarihimizin en büyük başarısını kazandı. Yönettiği takım 2002’de dünya üçüncüsü oldu ama o ‘suçlu’ koltuğuna oturtulmaktan kaçamadı. Bir dönem futbol oynadığı için anında köşe yazarlığı ile ödüllendirilen futbolcu eskileri ile gazetelerin ‘muktedir’ yöneticilerinin de dahil olduğu klan tarafından aforoz edildi. İnanın dünya şampiyonu olsalardı sonuç değişmezdi. Güneş, onlardan değildi çünkü. Bir futbol gezgini olarak ülkesinden daha çok sevildiği Güney Kore’de takım çalıştırdı. Trabzonspor ve Bursaspor deneyimlerinden sonra geldiği Beşiktaş’ta art arda aldığı iki lig şampiyonluk sonrası, Beşiktaş’la birlikte milli takımı da çalıştırma teklifi aldığında kendi deyimiyle ‘sevinerek’ kabul etti. Bu teklifi kabul ederken İstanbul’un futbol oligarşisine kendisini kabul ettirdiğini düşünüyordu. Oysa unuttuğu bir şey vardı; çalıştırdığı takım da o oligarşik yapının parçasıydı ve başarılı olduğu sürece Beşiktaş’ın koruması altındaydı. Burada yine yalnız kalacaktı, öyle de oldu.
Lucescu’dan kalan mirasın tükenişi
2016 yılındaki Avrupa Şampiyonasından sonra Fatih Terim’in yerine getirilen Mircea Lucescu kısa sürede şu anda milli takımın iskeletini oluşturan takımı kurdu. Yetenekli gençlerden oluşan bu genç kadro bir arada oynamamanın dezavantajını yaşayarak başarısız sonuçlar alsa da ortaya milli takıma uzun yıllar faydalı olacak bir oyuncu topluluğu çıktı. Bu takımı yaratan Lucescu, hakkında unutkanlık, alzheimer söylentileri yayılarak takımdan gönderildi. Gönderiliş şekli de çok tanıdıktı; dünya futbolunda önemli bir yer etmiş çalıştırıcıları da benzer şekilde arkasından teneke bağlayarak postalamıştık. İtalya futboluna yeniden hayat veren son Avrupa Şampiyonu Mancini’ye yaptığımız gibi.
Bizim, bilgiye dayalı metodolojik gelişme peşinde olan çalıştırıcılara değil, futbola yön verenlerle kafa kol ilişkisine giren çalıştırıcılara ihtiyacımız vardı; Löw, Mancini falan bu profile uymuyordu.
Takımı Lucescu’dan devralan Güneş, akıllıca bir iş yaparak genç oyuncular ile Burak Yılmaz, Caner Erkin ve Arda Turan gibi oyuncuları takıma yeniden monte etti. Avrupa Şampiyonası elemelerinde son şampiyon Fransa’yı Konya’da 2-0’la geçmemiz, Fransa’dan beraberlikle dönerek bir maç kala şampiyonaya katılmamız ülkeyi büyük hayaller kurmaya yöneltti. Şampiyona öncesinde Dünya Kupası elemelerinde grubun favorilerinden Hollanda’yı kendi sahamızda 4-2, Norveç’i de 3-0 gibi skorlarla yenmemiz ülke futbolunu Ağrı Dağı’nın zirvesine taşıdı. Alınan Letonya beraberliği ise ne hikmetse bir futbol kazası olarak görüldü. Hollanda ve Norveç maçlarında topla oynama yüzdemizin çok düşük olmasının üzerinde ise hiç durmadık. Topu rakibe vererek oynama diye bir kavram vardı ve bu bizim ülkemizde en geçer akçeydi.
Sezon başında kulüplerin borç batağını derinleştiren transferleri, sezon içinde de hakemleri konuştuğumuz için dünya futbolunda olup bitenlerin uzağında kaldık. Ne de olsa biz bize yeterdik.
Böyle olunca, mesela yeni futbolun mimarlarından olan ve son yıllara kadar dünyanın en iyi antrenörlerinden sayılan Jose Mourinho’nun gittiği takımlarda tutunamamasından da ders çıkaramadık. Mourinho da gelişen futbola ayak uyduramamıştı. Son olarak elit takımlar yerine İtalya’nın orta takımlarından Roma’nın başına geçerek şimdilik futbolun içinde kaldı. Bizim futbol antrenörlerinin Mourinho gibi çaba göstermesine ise gerek yok. Onlar doğuştan lider; başarı kendilerine, başarısızlık hakemlere şeklinde kurulan ‘düzende’ yuvarlanıp gidiyorlar.
Sahi Avrupa Şampiyonasında ne olu?
Açıkçası, Avrupa Şampiyonasında milli takımdan umutlu olanlardandım, gruptan çıkacağımıza, en azından bir çeyrek final görebileceğimize inananlardandım. Finallere, gruplarda iki gol yiyerek (onlar da duran toptan) giden Türkiye turnuvanın 8 golle en çok gol yiyen takımı oldu. Sekiz gole karşılık bir gol atarak turnuvanın en kötü takımı olduk. Beni en çok hayal kırıklığına uğratan ise aldığımız skorlardan çok takım olarak ayakta duramamamız oldu. Bunun birinci nedeninin oynanan hızlı futbola ayak uyduramamız olduğunu düşünüyorum. Türkiye’deki futbol ulemasının sık sık dile getirdiği ‘temaslı’ futbolun artık dünya futbolunun yeni hızında yeri yoktu. O kadar hızlı oynanıyor ki futbol, senin ona temas edecek zamanın ve takatin kalmıyor. Bir anda topu kalende görüyorsun.
Avrupa Şampiyonasında başımıza ne geldiyse Hollanda maçında da aynısı oldu. İlerde oynayan Burak Yılmaz’a atılacak toplara umut bağlayan milli takım, topu ancak fileden çıkarırken gördü. Burak da topa dokunma hevesini kendi sahamızdan aldığı topları amaçsız paslarla harcayarak giderdi. Hücum yapamadığımız gibi defans da yapamadık. İngiltere’de yılın defans oyuncuları arasına giren Çağlar Söyüncü ile Juventus’ta oynayan, bu sezon Atalanta’ya giden Melih Demiral’ı bu kadar aciz durumda görmedim. Nitekim Çağlar Söyüncü bu duruma fazla dayanamayıp, beş dakika arayla gördüğü iki sarı kartla takımı 10 kişi bıraktı.
Hollanda ise maçın oynandığı stada adını veren dünya futbolunun efsanelerinden Johann Cruyff’un “En güzel gol boş kaleye atılan goldür” sözünü ispatlarcasına neredeyse boş kaleye goller attı.
‘Sil baştan’ mümkün mü?
Dünya kupası elemelerinde asıl kaybı bugün çok gürültü koparan 6-1’lik Hollanda mağlubiyeti ile yaşamadık. Gruplardaki maçlar başlamadan Hollanda’dan (bu kadar kötü futbolla değil) üç puan alınacağı söylenseydi eminim herkes buna razı olurdu. Asıl kayıp görece daha kolay geçeceği sanılan Letonya ve Karadağ maçlarında kendi sahamızda alınan beraberliklerdi. Eğer o kayıplar olmasa, şu anda iki puan farkla grupta liderdik.
Bununla birlikte Türk futbolunun sil baştan yapması gerektiğini düşünenlerdenim. Bunun için ciddi anlamda bir devrim yaşanması lazım. Başta Fatih Terim olmak üzere futbolun bütün arkaik unsurları emekli edilmeli. Bunun için Güneş’in işaret ettiği ‘şeytani düzenlerin’ etkisizleştirilmesi lazım; zor ama imkânsız değil. Aksi halde birilerine ‘cennet’ olan cehennemde dolanıp dururuz.
Şebnem Ferah’ın şarkısında söylediği gibi, “Sil baştan başlamak gerek bazen / Hayatı sıfırlamak…” Dibe oturan futbolu sıfırlamanın zamanı gelmedi mi?