Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKuvvetler ayrılığı olmayınca

Kuvvetler ayrılığı olmayınca

Tek parti alışkanlıkları kendini bilhassa iki konuda hissettirir: Birincisi, kuvvetler birliğidir. DP’nin programı 1920 ve 1930’da kurulan muhalefet partilerinin gerisinde olsa da, parti temsilcileri başlangıçta kuvvetler birliğine karşı bir tutum takınırlar. Aralık 1948’de Menderes, mevcut anayasanın inkılapların süratli bir şekilde yapılması için kuvvetler birliği prensibini kabul ettiğini ama artık bu anayasanın eskidiğini belirtir.

Taha Akyol,  yakın tarihimizi hukuk, hukuki kavramlar ve kurumlar merceğinden değerlendiren çalışmalarına bir yenisini ekledi. “Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca”* adlı son kitabında Akyol, Türkiye’nin çok partili siyasi hayata döndüğü 1946’dan, askerlerin yönetime el koyduğu 1960’a kadar olan dönemi inceliyor. Türkiye’nin demokrasiye geçme mücadelesi verdiği bu çok sancılı onbeş yılda meydana gelen hadiseleri aktarmak ve yorumlamak için Akyol, Meclis konuşmalarına, gazete kupürlerine, hatıratlara ve döneme ilişkin akademik çalışmalara yaslanan geniş bir kaynakça kullanmış. Dolayısıyla, Akyol’un diğer eserleri gibi bu eserinin de titiz bir çalışmanın ürünü olduğunu öncelikle belirtilmelidir.

II. Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından Türkiye bir yol ayrımına geldi. Artık “tek parti” rejimini sürdürmenin olanağı yoktu. Gerek içeride başta iktisadi buhrandan doğan iktidar karşıtı havanın ağırlaşması ve gerek dışarıda demokrasilerin savaştan galip çıkması, Türkiye’nin de çok partili hayata dönmesini zorunlu kıldı. 1946’da Demokrat Parti’nin (DP) kurulmasıyla ülkede yeni bir sayfa açıldı. Ve ne yazık ki bu sayfa, 1960’da idam sehpalarıyla kapandı.

Akyol, 1946-1960 arası dönemin çok sancılı geçmesinde ve maalesef kanlı bitmesinde iki faktörün çok belirleyici olduğunu belirtir:

Birincisi, bu dönemin İsmet İnönü ile Celal Bayar arasında amansız bir güç mücadelesine sahne olmasıdır. Bu güç mücadelesinin arka planı 1930’lara kadar götürülebilir. Çünkü Atatürk, İnönü’ye karşı Bayar’ı konumlandırır ve İnönü’den aldığı makama Bayar’ı oturtur. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içinde “Atatürk’ün adamları” ve “İnönü’nün adamları” şeklinde bir ikilik hep vardır. Bayar’ın Atatürk’ün önde gelen adamlarından biri olması nedeniyle bu ikilinin yıldızları hiç barışmaz. Aynı partideyken birbirleriyle bazen açıkça bazen de zımnen didişseler de bir biçimde kontrol altında tutulan karşılıklı öfke, Bayar ve arkadaşlarının ayrı bir parti kurmasıyla zembereğinden boşalır.

DP’li bakanlardan Rıfkı Selim Burçak, bahse konu dönemde siyasetin rengini, bu iki liderin kişiliklerinin belirlediğini söyler. Ona göre Türkiye’de demokrasinin duvara toslamasında Bayar’ın sertlik taraftarlığı ve İnönü’nün haşin muhalefeti belirleyici olmuştur:

“Halkımız bunun izahını birbirlerini hiç sevmeyen İnönü ile Bayar’ın karşılıklı münasebetlerinde aramıştır ki, bunda gerçek payı büyüktür.” (s. 428)

İkincisi ise, her iki partinin de tek parti devrinin siyasi kültürüyle yoğrulmuş olmalarıdır. DP, CHP’nin içinden çıkar; DP’yi kuranlar daha kısa bir süre öncesine kadar CHP’nin ön sıralarını işgal edenlerdir. Her iki partinin programı da, birçok kişinin DP’yi “majestelerinin muhalefeti” olarak görmesini sağlayacak düzeyde, birbirine yakındır. Bayar, partinin kuruluş aşamasında da sonrasında da yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı ve anayasal denetim gibi mevzulara girmekten kaçınır. Muhalefetteyken özgürlükçü taleplerde bulunan DP’nin iktidardayken tek partinin alışkanlıklarını devam ettirmesinin altında, bu ideolojik yakınlık yatar. 

“DP ve özellikle Celal Bayar’ın Tek Parti devrinin siyasal kültürüyle böylesine özdeş olması, ilerideki mücadelelerin yumuşak değil, aksine çok sert geçmesine, sonunda darbeyle noktalanmasına yol açacaktır.” (s. 59)

“Fenalıkların sebebi, kuvvetlerin beraberliğidir”

Tek parti alışkanlıkları kendini bilhassa iki konuda hissettirir: Birincisi, kuvvetler birliğidir. DP’nin programı 1920 ve 1930’da kurulan muhalefet partilerinin gerisinde olsa da, parti temsilcileri başlangıçta kuvvetler birliğine karşı bir tutum takınırlar. Aralık 1948’de Menderes, mevcut anayasanın inkılapların süratli bir şekilde yapılması için kuvvetler birliği prensibini kabul ettiğini ama artık bu anayasanın eskidiğini belirtir. “Felaketlerin sebebi anayasanın kuvvetler beraberliğidir” diyen Menderes’e göre bu durum değişmelidir:

“İçinde bulunduğumuz çıkmaz, yıkmaya çalıştığımız diktatörlük anayasasının kuvvetlerin beraberliği prensibine dayanmasından ileri gelmiştir. Meclis bu prensibe göre milletin tüm kendisidir. Bir sabah kalkar İstiklal Mahkemeleri kurabilir. Bir sabah kalkar anayasayı değiştirir. Bir sabah kalkar saltanatı geri getirir. İcranın da milleti temsil etmesi esası bizde yok…” (s. 193)

Menderes’e göre, kuvvetler birliği ilkesi teoride bütün yetkiyi Meclis’e verir ama fiiliyatta bu yetkiler sadece birkaç kişi tarafından kullanılır ve o kişiler mutlak bir yetkiye sahip hale gelir. Oysa insanlık bunu reddeder:

“Kuvvetlerin beraberliği sistemini insan fikri reddetmiş. Yerine kuvvetler ayrılığı veya kuvvetler muvazenesi prensibini getirmiştir… Kuvvetler ayrılığı prensibinin kabulü Halk Partisinin yıkılması demektir. Halk Partisi kendi salahiyetini, İnönü kendi iktidarını bırakıyor demektir.” (s. 193)

“Devlet ve parti başkanlığının bir şahısta birleşmesi diktatörlüktür”

Tek partili alışkanlıklardan ikincisi ise, partili cumhurbaşkanıdır. DP, parti ve devlet başkanlıklarının bir kişide toplanmasına itiraz eder; cumhurbaşkanın partili olabileceğini ama parti genel başkanı olmayacağını savunur. Bir mülakatında “iktidarda kalan insanın iktidar kuvvetini beşeri bir zaaf olarak kendi nefsi için kullanacağını” ifade eden Bayar, bu iki sıfatın tek kişide birleşmesini “diktatörlük” olarak tanımlar:  

“Devlet başkanı aynı zamanda parti başkanı olursa onun gayri mesullük (sorumsuzluk) durumu kaybolur. Anayasa ihlal edilmiş olur. Hem devlet başkanlığının hem parti başkanlığının bir şahısta birleşmesinin manası diktatörlüktür. Şahıslar iyi olabilir fakat liyakatsizlikten veya iktidarın verdiği gururdan millete hizmet edemeyecek duruma düşerler.” (s. 173- 174)

Menderes de, anayasaya göre sorumsuz olan cumhurbaşkanının parti genel başkanı olmaması gerektiği kanısındadır:

“Devlet reisliği yüksek makamının, parti mücadeleleri içine sokulmayarak bütün partilerin üstünde kalması ve hepsine karşı aynı adalet ve insaf duygularıyla ve kanunun emrettiği tam tarafsızlıkla hareket etmesi ancak ve ancak bu meselenin halline bağlı bulunmaktadır.” (s. 174)

Ancak her iki konuda da DP’nin söyledikleri ile yaptıkları birbiriyle çelişir. DP’nin 1949 Büyük Kongresi’ne kuvvetler ayrılığı taraftarı bir rapor sunan Menderes, bir süre sonra Bayar’ın yönlendirmesiyle kuvvetler birliği savunucusu kesilir. Samet Ağaoğlu, birbirine tamamen zıt bu iki ilkeyi Menderes’in “aynı belagatle müdafaası karşısında dudaklarında beliren tebessümü” gizleyemediğini anlatır.   

Keza iktidara gelinceye kadar cumhurbaşkanlığı ve parti genel başkanlığının ayrılmasını savunan, İnönü’nün tarafsız davranmasını isteyen DP, iktidarda buna ilişkin herhangi bir anayasal düzenleme yapmaz, cumhurbaşkanının partili olmasına itiraz etmez. Evet, Bayar genel başkanlığı Menderes’e bırakır ama o da “partili, hatta partizan bir Cumhurbaşkanı” olarak davranmaktan vazgeçmez.   

“Köylerdeki yoksulluk ve cehalet kısırdöngüsünü kırmayı başaran ilk siyasi teşekkül”  

1950’de CHP iktidarı son bulur. Kısa sürede “Yeter! Söz milletindir!” sloganında ifadesini bulan bir halk hareketine dönüşen DP, iktidarı CHP’den devralır. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna Bayar geçer, Menderes de Başbakan olur. CHP iktidarına karşı birikmiş olan hoşnutsuzluk tek parti rejimini sandığa gömer ama hukuki sistem aynı kalır.

Hülasa rejim değişir fakat anayasa değişmez. Hukuki düzen kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı gibi ilkeler ile bir anayasa mahkemesi gibi bir kuruma yer vermediğinden, bireylerin temel hak ve hürriyetleri güçlü iktidarlara karşı yine korunaktan yoksundur. Bunun hayati sorunlara yol açması kaçınılmazdır. Nitekim öyle de olur.

DP, iktidarının ilk yıllarında büyük bir atılım yapar. Sanayide, tarımda, altyapıda devasa adımlar atılır, büyük bir sosyal hareketlilik yaşanır ve ülke bir şantiyeye dönüşür. DP’nin en sert muhaliflerinden Metin Toker de DP’nin bu dönüştürücü gücünü teslim eder ve 1950-1954 arasını “DP’nin Altın Yılları” olarak nitelendirir. 

“DP yöneticilerinin özellikle Adnan Menderes’in CHP’lilere nazaran daha büyük düşündükleri, daha geniş ufka sahip oldukları reddedilemez.” (s. 219)

Çeyrek asrı aşkın sorgulanamaz kudretini yitiren CHP’de moraller bozulur. İnönü, halkın bilmeden DP’ye oy verdiğini, er geç pişman olup gelip tekrar kendi kapısını çalacağı söyler etrafındakilere. Ayrıca büyük meseleleri kavramaktan aciz DP’nin de ülkeyi yönetemeyeceğini, gelip kendisine teslim olacağını ve iktidar anahtarını getirip masasına bırakacaklarını belirtir.

CHP’deki hem öfkeyi hem de psikolojik teselliyi yansıtan bu ruh haline karşılık DP’de heyecan vardır. İlk döneminde parmak ısırtan bir performans sergiler. Kemal Karpat’ın ifadesiyle “kalkınma hamlesini köylere kadar götürebilen, köylerdeki yoksulluk ve cehalet kısırdöngüsünü kırmayı başarmış ilk siyasi teşekkül olan” DP bunun karşılığını daha büyük bir oy oranına ulaşarak alır ve 1954 seçimlerini % 58.4 oyla kazanır. Çoğunlukçu seçim yasası sayesinde de Meclis’te sandalyelerin % 93’ünü alır ve mutlak bir iktidara dönüşür.

“İnce demokrasiye paydos”

Akyol, DP’nin elde ettiği bu muazzam ağırlığın partide bir güç zehirlenmesine yol açtığını ifade eder. Bu güç zehirlenmesi kendisini hükümet programında, çıkarılacak otoriter kanunlarda ve bilhassa Bayar’ın öfkesinde gösterir. Toker, DP’nin bu büyük zaferinin ardından Celal Bayar’ın “ince demokrasiye paydos” dediğini yazar.    

DP, yola çıktığında dillendirdiği ilkelerle arasına keskin bir mesafe koyar ve ardı ardına attığı otoriter adımlarla demokrasiden uzaklaşır. Yargı ve üniversite mensuplarını emeklilik yoluyla tasfiye eden, DP’ye oy vermediği için Kırşehir ilini cezalandırıp ilçe yapan, o dönemin en önemli siyasi iletişim ve propaganda aracı olan radyoyu muhalefete kapatan adımlarla memleketteki siyasi iklim sertleşir. DP’ye karşı muhalefet artar.

İktidar, artık daha gür çıkan muhalif sesleri kesmenin çaresini, özgürlükleri daraltmakta ve baskıyı artırmakta bulur. Muhalif gazeteciler tutuklanır, basının üzerine daha fazla gidilir, gazeteler kapatılır, parti toplantılarına yasaklar getirilir, 6-7 Eylül Olayları yaşanır. DP içinde gidişattan rahatsız olup bunu dillendirenler de partiden tasfiye edilir.

“DP İzmir Milletvekili Cihat Baban ‘Meclisiyle, hükümetiyle, örfi idaresiyle DP tek parti halinde memlekete egemen olma arzusunu gösteriyor’ diyerek tepki gösterdiğinde ünlü Mükerrem Sarol ‘Ne zannediyordun, iktidara geldikten sonra bırakacak kadar enayi mi sandın bizi? Elbette 1957 seçimlerini sıkıyönetim altında yapar, bir dört yıl daha kazanırsak kekâ, sonrası Allah kerim’ diye cevap veriyordu.” (s. 354)

Ancak iktidarın krizden çıkmak için yaptığı anti-demokratik düzenlemeler, krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Mesela basını giderek daha fazla kısma gayreti, DP karşıtı bir basının oluşumunu ve kuvvetlenmesini hızlandırır. Güç sarhoşluğu ile atılan adımlar hem siyasi arenada tansiyonu yükseltir hem de DP’nin halk desteğini düşürür. 1954’te % 58’e ulaşan DP, üç yıl sonra % 47’ye düşer. Artan ekonomik zorlukların, partizanlığın, baskıların ve parti içi muhalefete dahi izin verilmemesinin neticesi, DP’nin büyük oranda kan kaybetmesi olur.   

“İsmet Paşa’yı sehpaya göndermekte tereddüt etmem”

1957 seçimindeki tablo, 1950’deki rolleri değiştirir; bu kez öfkeyle dolan iktidardır, özgüvenini artıran ise muhalefet. DP hükümeti kurar kurmaz Meclis’te muhalefeti daha da kısıtlayan iç tüzük değişiklikleri yapar.  Kutuplaşma had safhaya ulaşır.

“DP’li bakanlardan Ethem Menderes’in günlüğünün 14 Kasım 1957 tarihli sayfasındaki notuna göre, Celal Bayar, bir motor gezisindeki sohbette ‘İcap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya göndermekte hiç tereddüt etmem’ diye konuşmuştu. Ethem Menderes ‘korkunç bir ihtiras… Böyle bir sebep hiçbir zaman olamaz. Bu telkinler karşılıklı, başvekille hangisinden çıkıyor’ diye yazmıştı.” (s. 391)

Metin Toker, DP ile CHP arasında “kesin bir savaşın” 1958’de başladığını yazar. 19 Mayıs 1958’te CHP’nin yayın organı olan Ulus Gazetesi, birinci sayfasında “Devrimci Genç” hitabıyla Atatürk’ün Bursa Nutku’nu yayınlar. Gerçek olup olmadığı tartışmalı olan bu nutuk, inkılaplar tehlikeye girdiğinde gençlerin elle, taşla, sopayla, nesi varsa onunla kendi eserini koruyacağını söyler. DP’nin buna tepkisi sert olur; İçişleri Bakanı Namık Gedik, Ulus’un bu yayınını “bir nevi ihtilal beyannamesi” olarak niteler. 

Hemen arkasından Irak’ta bir darbe olunca ve basında Türkiye ile Irak arasında karşılaştırmalar yapılınca Türkiye’nin gündemine “ihtilal” ve “darbe” kavramları gelir oturur. Menderes, 12 Ekim’de ilk kez “vatan cephesi” kavramından söz eder. Madem CHP husumet cephesi kurmuştur, buna karşı DP’nin de vatan cephesi kurması gerekir. Menderes’in irticalen kullandığı bu kavram, daha sonra muhalefete karşı yoğun bir propagandanın temel malzemesi olur.  

CHP’nin buna cevabı, gericiliğe karşı “bahar taarruzu” başlatmak olur. İnönü’nün Ege’den başlattığı ve “bahar taarruzu” adını verdiği seçim kampanyasıyla hararet en üst seviyeye ulaşır.  Bergama ve Turgutlu’da olaylar çıkar, Uşak’ta İnönü ve arkadaşları bir kalabalığın saldırısına uğrar. İzmir’de İnönü’nün parti kongresi yapması engellenir, İstanbul’da İnönü’yü karşılayan CHP’liler ile DP’liler arasında çatışmalar yaşanır.

İşlerin çığırından çıktığını gören Osman Bölükbaşı, İnönü ile Menderes arasında aracılık yapmaya niyetlenir. İlk görüşmelerden müspet intibalar edinse de Bayar duvarına toslar. Bayar, muhalefet ile ilişkileri yumuşatmak değil sertleştirmek yanlısıdır. DP’nin kurucusu Refik Koraltan 25 Haziran 1959’da günlüğüne şu notu düşer:

“Reisicumhur ile Meclis’te ve öğleden evvel de Köşk’te yemekte beraberdik. Hata itilaf (uzlaşma) taraftarı gözükmüyor. Hala partiler arasında tam bir uzlaşma fikrinde değil ve bu maksatla Havadis ve Zafer gazetelerinde daha çok ara açıcı yazılar yazdırıyor.” (s. 401-402)

Kötü gidiş durdurulamaz. Ordu da hareketlenmeler başlar. Metin Toker, İnönü’nün 1960’ın başında kendisine “Ordu ayakta” dediğini aktarır. Ordundaki rahatsızlığı bilen İnönü, siyasetini de buna göre tanzim eder. Sürekli ordunun ve gençliğin hassasiyetlerini kaşıyan mesajlar verir.

3 Nisan 1960’da İnönü, Kayseri’ye gider. Celal Bayar’dan emir alan Kayseri Valisi, olayları gerekçe göstererek İnönü’nün şehre girmesini yasaklar, treni durdurur. İnönü, trenden iner, vali yardımcısına kanunsuz olan bu yasağa uymayacağını söyler, arkadaşlarıyla beraber yürümeye başlar. İnönü’yü durdurmak için barikat kuran askerler, İnönü’yü selamlayarak ona yol açarlar. DP itibar kaybeder, İnönü bu güç mücadelesinden zaferle çıkar.

“Sizi ben de kurtaramam”

Menderes, 7 Nisan’da parti grubunda memleketin yönetilemez halde olduğunu söyler. Milletvekillerinin az bir kısmı sağduyulu, çoğunluğu ise kızgındır. Kontrolü kaybeden DP’de, 1925-1929 dönemindeki gibi Takrir-i Sükûn Kanunu’nun yeniden çıkarılmasını, İnönü ve arkadaşlarının –Osmanlı hanedanı gibi- yurt dışına sürülmesini isteyenler bile olur. Tek partinin ruhu artık DP koridorlarında gezinir. 

Kürsüye çıkan Menderes, CHP hakkında soruşturulma açılmasını ister, kuvvetler birliği ilkesini savunur ve hatta Meclis’in yargı üzerinde denetim yetkisinin bile olduğunu söyler. Nihayetinde DP grubu büyük bir çoğunlukla, CHP hakkında Meclis’te bir Tahkikat (Soruşturma) Komisyonu kurulmasını kabul eder. Bir tek Sıtkı Yırcalı buna itiraz eder:

“Bu Takrir-i Sükûn Kanunu’nu getirmek için bir adımdır.” (s. 408)

Artık işler geri dönülemez bir noktadır. 18 Nisan 1960’da Meclis toplandığında İnönü, orduya işaret veren ve darbeye yeşil yakan ünlü konuşmasını yapar:

“Eğer insan hakları yürütülmez, vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa ihtilal behemehâl olur… Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam… Şimdi arkadaşlar, şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır. Fakat aslında ihtilal bir millet hayatının asla arzu etmeyeceği, çetin ve tehlikeli bir ameliyattır.” (s. 412)

Meclis’te büyük bir kavga çıkar ama üç ay süreli olarak Tahkikat Komisyonu kurulur. Ancak bu da DP için yeterli olmaz. Komisyon Başkanı Ahmet Hamdi Sancar, komisyona üzerine aldığı vazifeyi hakkıyla yerine getirmesi için bazı ek yetkilere ihtiyaç duyduklarını belirtir. Hazırlanan yetki yasa tasarısında, komisyona tutuklama, gazete yasaklama, ev ve işyerlerini arama, belgelere el koyma gibi yargı yetkilerinin verilmesi öngörülür. Bazı DP milletvekillerinin ve anayasa profesörü Ali Fuat Başgil’in uyarılarına rağmen, 27 Nisan’da yasa tasarısı Meclis’ten geçirilir. 28 Nisan’da Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilir. 29 Nisan’da Menderes, parti grubunda “İhtilal iklimine girmiş olduğumuzu” söyler.

DP içindeki ılımlılar gelmekte olan fırtınayı önlemek için son bir çare olarak, Menderes’in çok değer verdiği Ali Fuat Başgil ile partinin karar vericilerini bir yemekte bir araya getirirler. 30 Nisan’da Çankaya Köşkü’ndeki yemekte Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fatin Rüştü Zorlu, Başgil’in değerlendirmelerini dinlerler. Başgil özetle, Menderes Hükümetinin derhal istifa etmesini, CHP’yi içine alan bir seçim hükümetinin kurulmasını, seçim kanununun ve tarihinin muhalefetle birlikte düzenlenmesini ve Tahkikat Komisyonu’nun hemen dağıtılmasını tavsiye eder.

Menderes, krizi çözecekse bu tavsiyeleri yerine getirmeye hazır olduğunu bildirir. Fakat Bayar “Sayın Profesör, bu zaaf olur” diyerek itiraz eder ve olaylarının bastırılmasının şart olduğunu söyler. Bayar’ın katılığı bir çözümü imkânsız kılar, Menderes de ona uyunca bu son yumuşama fırsatı da kaçırılmış olur ve 27 Mayıs’ta darbeciler “kazanı devirirler.”       

“Memlekette hâlâ muhalefetin adı hıyanettir”

Akyol’un kitabının sayfaları arasında dolaşırken, ülke siyasetinde dün de bugün de hüküm süren bazı hususiyetleri görüyorsunuz. İktidar ve muhalefet ilişkileri açısından bilhassa üç özelliğe temas edilebilir:

Birincisi, muhalefet etmenin, nerdeyse, ihanetle eş tutulmasıdır. 1946’da CHP, basın üzerinde baskıları artıracak bir kanuni düzenlemeye gittiğinde Menderes, iktidarı evvela muhalefete “hain” diye bakmasından ötürü eleştirir:

“Memlekette hâlâ muhalefetin adı hıyanettir. Hâlâ muhalefet etmek, düşman emellerine hizmet etmekle beraberdir…” (s. 90) 

Ancak aynı Menderes, muhalefette iken kendisine yapılanı iktidar koltuğuna oturduktan sonra bu kez kendisi muhalefete yapar ve bilhassa 1954’ten sonra muhalefetin sırtına “hain” damgasını yapıştırır. Muhalefetin meşruluğunu müdafaa etmek sırası şimdi İnönü’dedir:

“Hükümetin sözcüsü gazeteler muhalefeti ve onun ileri gelenlerini bozguncu hatta hain olarak ilan ediyorlar… Muhalefetin vatan haini olduğunu düşünmemeli, aksine, onun hizmet ve vazife müessesi olduğunu kabul etmelidir…” (s. 315)

İktidarların zorlanmaya başladıklarında muhalefeti yabancı devletlerle işbirliği yapmak, hatta onları yabancı devletlerin emrinde olmakla suçlamaları, ne yazık ki, terk edilmeyen bir gelenektir. Muhalefeti “ajanlık” yapmakla, “beşinci kol faaliyeti yürütmek” ile ithamda sınır da tanınmaz, akla mantığa aykırı iddialar bile pervasızca dile getirilir. Mesela, DP listelerinden milletvekili seçildi diye Mareşal Feyzi Çakmak’a bile “Moskovacı” yaftası yapıştırılır. Milli Mücadele’nin Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’nın, Milli Mücadele’nin Genel Kurmay Başkanı Müşir Feyzi Paşa’yı komünistlere alet olmakla suçlaması karşısında çok derin bir üzüntü duyan Mareşal bir açıklama yapar:

“Nasıl dilleri varıyor da ‘Mareşal komünist oldu’ diyorlar! Halk Partililer politikayı bu derce iptizal etmesinler. Yaşımı başımı almış bir inşamın. Milletimin hak ve hürriyet içinde refahını istiyorum…” (s. 108)   

Sadece dışarıdan değil içerinden, parti içinden yapılan muhalefet de ihanet olarak telakki edilir. Partinin bazı konularda büyük hataların içine düştüğünü, acilen düzeltilmesi gereken işler olduğunu söyleyenler ve bunun için de parti yönetimini uyaranlara hoş gözle bakılmaz. Genellikle üyelerden beklenen, yönetimin belirlediği çizgiye sorgusuz sualsiz uymalarıdır. Aksi tavır gösterenler ya pasifleştirilir ya da ihraç edilir.

DP kuruluş ilkelerinden ayrılıp otoriterliğe kayma temayülü gösterdiğinde buna karşı çıkanlar Bayar’ın hışmını üzerine çekerler. “Kabuklarına çekilerek seslerini kısmaya mahkûm olacaklardır” diyen Bayar, parti içi muhalefeti ezip geçmeye kararlıdır. Aykırı seslere tahammülsüzlük ve farklı görüş sahiplerinin parti içinde barındırılmaması partilerin zamanla bölünmelerini ve güç kaybetmelerini beraberinde getirir.

“Vatana bir pula satacak insanlar”

İkincisi, iktidar ve muhalefet mücadelesinin çok sert olmasıdır. İki taraf arasında çoğu kez dilin ayarı kaçar ve karşılıklı olarak olmadık laflar edilir. Misal, kibarlığı ve nezaketi ile maruf Menderes, İnönü için “profesyonel cani” ve “milli münafık”, Millet Partisi için  “çete”, muhalefet için “vatanı bir pula satacak insanlar” ve “dünyanın en adi insanları” gibi tabirleri kullanmakta bir beis görmez.

Buna mukabil muhalefet de iktidar için ağza alınmayacak sözler eder.  DP’liler için “Mili şeref ve haysiyeti olmayan insanlar, hükümeti idare edemezler”, “DP kodamanlarının hepsi hırsızdır” gibi ifadeler kullanılır. Hüseyin Yalçın, Menderes hakkında “şirretlerin başı, cahil bir kendini bilmez, vazife ciddiyetinden nasibi olmayan biri” diye yazılar yazar. Bölükbaşı, Menderes’e “diktatör”, DP’lilere “zalimlerin uşakları” der. İnönü “Zıddıma giderseniz yapamayacağım şey yoktur” diyerek iktidara aba altından sopa gösterir.   

İktidar ve muhalefetin, bu şekilde, birbirlerini meşru bir rakip değil ortadan kaldırılması gereken bir düşman olarak görmeleri, siyasetin hep kızgın sularda seyretmesine ve nihayetinde demokrasinin tökezlemesine neden oluyor.

“Hürriyetten korkmayınız!”

Üçüncüsü de, muhalefette iken demokratik taleplerin taşıyıcılığına soyunanların iktidara geldikten bir süre sonra otoriterliğe meyletmeleridir. Demokratik ilkeler muhalefetin sığınağıdır. İktidarın yoğun baskısı karşısında muhalefet bu ilkeleri rehber edinir, tavır ve söylemlerini buna göre belirler, bu sayede taban kazanır, büyür ve iktidara gelir. Ondan sonra işler değişir; dün savunduklarını unutur ya da paranteze alır ve tersi istikamette yol almaya başlar.

Mesela DP muhalefet sıralarındayken basın özgürlüğünü, kuvvetler ayrılığını ve nispi temsil sistemini savunur. İktidarda ise basın sınırlandırmanın yollarını arar, kuvvetler ayrılığı ve çoğunlukçu seçim sisteminin müdafisi olur. CHP için sıralama bunun tersidir; iktidarda basını susturan, kuvvetler birliğinin ve çoğunlukçu seçim sisteminin arkasında duran CHP, muhalefet olunca basın özgürlüğünün, kuvvetler ayrılığının ve nispi temsilin bekçiliğine talip olur.

Menderes’in basına kısıtlayıcı hamlelerini karşı duran Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, partinin Genel İdare Kurulu üyeliğinden alınır. Bu durumu “hicabâver/ utanç verici” olarak niteleyen Karaosmanoğlu, Menderes’e bir mektup yazar. Mektup, partideki menfi değişimi çok sarih bir dille ortaya koyar:     

“Bu topraklar üstünde bir şeyler değiştirmek, bir şeyler yapmak için birleşmiştik. Hangi şeyi değiştirdik, değişen insanlar oldu, sistem aynı sistem.

Onlar(ın) kanunlarla, teamüllerle, örflerle, tahakkümlerle koyduğu prensiplere ancak 4 senelik muhalefet devrimizde muarız (karşı) olduk.

İktidara gelince her şeyi olduğu gibi devam ettirdik.

Reis Beyefendi, hürriyet bayrağı ile iktidara gelen parti içinde dahi hürriyet yok…

Cebir ve zoru, ‘her halde benim dediğim olacak’ zihniyetini ve inadını bir tarafa atınız. DP’nin kuruluş sebepleri olan prensiplere dört elle sarılınız. Hürriyetten korkmayınız. Tek el idaresini bırakınız…” (s.356)

DP İzmir Milletvekili Cahit Baban, Menderes’in “hırçın ve sert mizacından” şikâyetçidir. Toplantı, gösteri ve basın hürriyetlerinin tek parti devrinden bile geri olduğu kanaatindedir. Ona göre muhalefete düşman muamelesi yapılması, hâkimlere korku telkin edilmesi ve partizanlığın önünün alınmaması kabul edilemezdir. 1955’te DP’den istifa ederken tarihi bir uyarıda bulunur:

“Bütün tarih boyunca iktidarlar rahat etmek için fikir hürriyetini yasaklamışlardı. Fakat her devirde yarattıkları sükût, hürriyetlerin suiistimalinden daha yıkıcı, daha bezdirici ve daha korkunç olmuştu.” (s. 360)

1946’da otoriter Recep Peker Hükümetinin yasakçı basın düzenlemesine karşı Menderes liberal manifesto tadında bir konuşma yapar. Aradan on yıl geçer, Menderes bu kez basının çanına ot tıkamak ister. Osman Bölükbaşı, Menderes’in 1946 konuşmasından uzun alıntılar yapar ve ona seslenir:

“Bunu söyleyen Menderes nerede?! Adnan Menderes’in bundan on yıl evvele ait bu naklettiğimiz konuşması cidden tarihin bir tekerrür olduğunu ve bu memleketin çilesinin bir türlü dolmadığını bize gösteriyor. Yalnızca roller değişmiştir.” (s. 373)

Akyol’un içinde bugüne dair dersler çıkarılması gereken kitabını okuyunca, 1946’dan bugüne demokratik siyaset noktasında pek bir mesafe kat etmediğimiz ortaya çıkıyor. Maatteessüf, Türkiye siyasetinin ergenlik sorunları devam ediyor.  

Perspektif, 13.09.2021

https://www.perspektif.online/kuvvetler-ayriligi-olmayinca/

* Taha Akyol: Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca – Otoriter Demokrasi (1946-1960), Doğan Kitap, İstanbul, 2021.

- Advertisment -