Önümüzdeki Pazar günü (26 Eylül) gerçekleşecek olan Federal Meclis (Bundestag) seçimlerini Almanya tarihi açısından 20. Dönem milletvekillerinin seçilmesinden ziyade Merkel‘siz dönemi başlatacak olması ilginç kılıyor. Tüm dünyanın gözü bu seçimde dersek abartmış olmayız. Özellikle Avrupa Birliği (AB) içinde ve Amerika’da seçim sonuçlarının ne gibi sonuçlar doğuracağı merakla bekleniyor. Almanya, Avrupa Birliği‘ne liderlik eden özelliği ve dünya ekonomisi üzerindeki önemli konumu nedeniyle herkesin gözünün üzerinde olduğu bir ülke. Bu nedenle 16 yıllık istikrarlı politikaların değişebileceğine dair kaygılar bile belli oranda gerginlik yaratabiliyor.
Öyle görünüyor ki seçimleri takip eden günlerde birçok konu hâlâ belirsizliğini korumaya devam edecek. Çünkü mevcut anketlere ve geçmiş deneyimlere göre, Almanya’yı en az üç partili bir koalisyon bekliyor ve koalisyon görüşmelerinin aylar süreceğine kesin gözüyle bakılıyor. 2017 Eylül seçimleri sonrasında koalisyon görüşmeleri neredeyse 6 ay sürmüş ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile Hristiyan Demokrat Birlik Partileri (CDU-CSU) arasındaki koalisyon sözleşmesi ancak Mart 2018’de imzalanabilmişti.
Mart 2018… Uzun süren koalisyon görüşmeleri sonucunda Scholz (SPD), Merkel (CDU) ve Seehofer (CSU) halka koalisyon sözleşmesini açıklıyor / Kaynak: Sandro Halank, Wikimedia Commons.
Bu nedenle seçim sistemini, koalisyon ihtimallerini, partilerin hangi politikaları ön plana çıkardıklarını ve ne gibi vaatlerde bulunduklarını bilmek, okuyanların gelişmeleri yorumlayabilmesine yardımcı olabilir.
Karmaşık seçim sistemi
İlk olarak Almanya’nın seçim sistemine göz atmakta fayda var. ‘Karışık üyeli nispi temsil’in uygulandığı seçim sistemi biraz kafa karıştırıcı. Normal şartlarda 598 vekilden oluşması gereken meclis, seçim sisteminden kaynaklanan nedenlerle sürekli farklı üye sayısına sahip oluyor. Federal Meclis‘te 2009’da 622, 2013’te 631 ve 2017’de 709 vekil yer aldı.
26 Eylül’deki seçimler için 60 milyondan fazla seçmen oy kullanma hakkına sahip. Korona pandemisi nedeniyle mektupla oy kullanma hakkı istisnai bir durum olmaktan çıkmış durumda. Örneğin Rheinland-Pfalz’da gerçekleşen eyalet meclisi seçimlerinde mektupla oy kullanma oranı yüzde 60‘ın üstüne çıktı. Federal seçimlerde de yüzde 40‘lara yaklaşacağı tahmin ediliyor.
Mektupla oy kullanım oranlarındaki artış.
Seçimlerde iki oy veriliyor. Birinci oylamada, bölge Federal Meclis temsilcisi adayları seçiliyor. Toplam 299 seçim bölgesinde her parti bir seçim bölgesi için bir aday belirliyor ve bir bölgede en çok oyu alan aday direkt Federal Meclis’e giriyor.
İkinci oylar ise siyasi partilere veriliyor. İkinci oy sonuçlarına göre partilere yüzde kaç oranında oy verildiği hesaplanıyor ve mecliste bir partinin en az kaç milletvekili çıkaracağı belirleniyor. Partilerin milletvekili sayıları genellikle bu oranın üzerinde seyrediyor, çünkü birinci oylama sonucusunda direkt seçilen vekil sayısı ile ikinci oylama sonucu ortaya çıkan parti yüzdelik dağılımı genellikle uyuşmuyor. Bu uyuşmazlığı dengelemek için, „Uberhangsmandate“ denilen direkt seçilmiş fazladan vekillerin yanında partilerin yüzdeleri oranında „Ausgleichsmandate“ denilen ve oransal denge oluşturan vekiller de ek olarak meclise giriyor. Direkt seçilen adaylara karşı kurumsal partilerin ağırlığını korumaya yönelik bu sistem neticesinde vekil sayısı öngörülen 598’den 709’a kadar çıkmış durumda. Vekil sayısındaki artışın her geçen seçimde daha yüksek boyutlara ulaşması sisteme dair düzenleme tartışmalarını da beraberinde getirmiş durumda. 2013‘te ve 2017’de yapılan düzenlemeler de sorunu çözmüş değil. Özellikle son seçimlerde fazladan 111 vekilin meclise girmesi halk üzerinde ekstra vergi yükü oluşturduğu gerekçesiyle yoğun eleştirilere maruz kalmıştı.
Meclise fazladan giren vekil sayısındaki artış.
Son olarak Almanya’da partilerin meclise girmek için yüzde 5’lik seçim barajını aşmaları ve en az 3 bölgede direkt adaylarının seçimi kazanmış olması gerektiğini hatırlatmakta yarar var.
Partiler, adaylar ve anketler
26 Eylül’deki seçimlere 53 parti katılacak. Mevcut anketlere göre yüzde 5 barajını aşabilecek 6 siyasi parti mevcut ve tamamı şu an mecliste temsil ediliyor. Diğer tüm partiler baraja yaklaşamıyor bile. Üç parti Kanzleramt denilen Başbakanlığı elde edebilmek için yarışıyor. Diğer partiler ise olası koalisyonlar içerisinde güçlü bir konum elde edebilmek için mümkün olduğunca fazla oy almaya çalışıyor. Hristiyan Birlik Partileri (CDU ve CSU) adayı Armin Laschet, Sosyal Demokrat Parti (SPD) adayı Olaf Scholz ve Yeşiller Partisi adayı Annalena Baerbock şansölye olabilmek için aylardır sıkı bir yarış halindeler ve şu ana kadar üç kere televizyonda karşı karşıya geldiler. Bu üç ismin parti adayı olma süreçleri, kişisel özellikleri ve öne çıkardıkları vaadleri partilerin pozisyonları hakkında da önemli bilgiler veriyor.
Başbakan adayları Scholz, Barbeock ve Laschet televizyonda üç kez karşı karşıya geldiler.
İlk olarak oldukça tartışmalı bir süreç neticesinde CDU-CSU adayı olan Armin Laschet’i inceleyelim. Laschet 16 Ocak 2021’de CDU Genel Başkanlığına seçilmesine rağmen, gerek CDU üyeleri arasında gerekse genel seçmen nezdinde Başbakanlık için uygun görülen bir isim değildi. Parti üyelerinin büyük oranda Bavyera Başbakanı ve CSU lideri Markus Söder’i Başbakan adayı olarak görmek istemesine rağmen, CDU Genel Kurulu gizli bir oylama neticesinde Armin Laschet’i Başbakan adayı olarak duyurmuştu. Oylamada Laschet’in 31, Söder’in ise 9 oy aldığı açıklandı. Parti genel kurulunun Merkel dönemi politikalarının devamını istediği ve partinin Söder ile sağ politikaları daha fazla gündeme getireceğinden çekindiği tahmin ediliyor. Ayrıca o dönem itibariyle CDU’nun oy oranlarının anketlere göre yüzde 30’larda seyrettiği biliniyor. Fakat süreç sonunda bu tercihin partiye büyük zarar verdiği görülüyor. Kuzey Ren-Vestfalya Başbakanı olan Laschet özellikle korona pandemisi sürecinde Almanya’da en başarısız bulunan eyalet başkanlarından biriydi. Ayrıca adaylık sürecinde skandallarla anılması halk nezdinde zaten zayıf olan kredisini iyice tüketti ve şu an güven vermeyen ve popülaritesi oldukça düşük bir aday olarak seçimlere giriyor. Mevcut anketlere göre birlik partileri CDU-CSU tarihlerinde görülmemiş bir şekilde yüzde 20‘lerde seyreden bir oy oranına sahip. Seçime sayılı günler kala bu oranın pek değişmeyeceği ve CDU’nın tarihi bir hezimete uğrayacağı tahmin ediliyor. Bu durum partinin önde gelenlerinin hareketlenmesine neden oldu. Laschet’in parti başkanlığı ve başbakanlık adaylığı sürecinde rakipleri olan isimler son günlerde onu yoğun bir biçimde desteklemeye başladılar. İlk olarak Markus Söder Laschet’i çok başarılı bulduğunu ve doğru bir süreç yönettiğini ilan etti. Ardından partinin sağ kanadını temsil eden Friedrich Merz de Laschet’in tartışma programlarında diğer adaylara göre çok daha iyi bir performans sergilediğini iddia etti. Kamuoyunda Laschet’in popülaritesini artırmaya yönelik bu girişimlerin son anketlerde düşük de olsa oy artışına neden olduğu tahmin ediliyor.
Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Annalena Baerbock ise Laschet’in aksine parti içinden büyük bir destek gördü; Haziran ayında yüzde 98,6‘lik oy oranıyla delegeler tarafından Başbakan adayı seçildi. Baerbock adaylığının ilk döneminde partinin oylarındaki yükselme trendini zirveye taşıdı. Yeşiller son yıllarda gerek yerel seçimlerde gerekse eyalet seçimlerinde önemli başarılar elde etti. Ülkede sağ politikaların daha fazla konuşulur olduğu son yıllarda, açık toplumu savunan geniş bir kesimin adresi oldu. Özellikle kadınlar ve gençler arasındaki popülerliği hızla yükseldi. Partiye üye sayısındaki artış diğer partilerle kıyaslanamayacak oranda. 2,8 milyon seçmenin ilk defa oy vereceği önümüzdeki seçimlerde Yeşiller’in büyük bir avantaj elde edeceği tahminleri yapılıyordu. İkinci Merkel sürecini temsil edeceği düşünülen Baerbock’un adaylığı ile parti bir ara anketlerde CDU’yu da geride bırakarak birinci parti konumuna geldi. Yeşillerin birinci parti konumuna gelmiş olması Almanya’da çok önemli tartışmaların doğmasına neden oldu. Merkel sonrasında istikrarın kaybolacağı endişesini taşıyan kesimler Yeşiller’e daha ağır yüklenmeye ve partinin adayı Baerbock’u daha açıktan yıpratmaya başladılar. Baerbock’un deneyimsizliği, özel hayatı ve bir kitabında kaynak vermeden alıntılar yapması fazlasıyla gündem oldu. Hatta bir TV program sunucusu kendisine, Başbakanlığı ve anneliği nasıl beraber yürüteceğini soracak kadar ileri gitti. Bunun yanında Yeşiller partisinin seçim vaadlerinin gerçekleşmesi halinde ülke ekonomisinin zarar göreceği, halkın yoksullaşacağı ve yatırımcıların kaçacağı iddia edildi. Ülkedeki istikrarın bozulacağına dair bu propaganda halkı ikna etmiş olacak ki, parti son dönemde anketlere göre yüzde 10’un üzerinde oy kaybı yaşadı ve şu an itibariyle yüzde 16 civarındaki oy oranıyla üçüncü parti konumunda.
CDU ve Yeşiller böyle sancılı bir süreç geçirirken SPD bir anda ilgi odağı haline geldi. SPD’nin Başbakan adayı Olaf Scholz’un bu süreci başarılı bir şekilde kullandığını ve uyguladığı strateji ile süreci kendi lehine çevirdiğini söyleyebiliriz. Sadece bir yıl önce üçüncü parti konumunu bile kaybetme tehlikesi yaşayan, oyları yüzde 15’lere düşmüş olan SPD bugün itibariyle anketlerde en az yüzde 26 oy oranına sahip. SPD’nin yükselişinde temel faktörlerin rakip partilerdeki krizler ve skandallar olduğunu düşünebiliriz. Bunun yanı sıra partinin Olaf Scholz liderliğinde seçmene güven verdiğini ve Scholz’un Merkel sonrası ülke yönetimine liderlik edecek kişi olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Scholz’un adaylık süreci boyunca tek bir hata yapmamış olmaması, sakin ve deneyimli bir duruş sergilemesi ve seçim vaatleri doğrultusunda kararlı açıklamalar yapması bu imajı önemli oranda pekiştirdi. Ayrıca partinin geçmişte kaybettiği birlik havasını 2019 yılında eş genel başkan olarak seçilen Saskia Esken ve Norbert Walter-Borjans ile tekrar yakaladığını söyleyebiliriz. Partinin sol kanadı ve liberal kanadı Olaf Scholz’un adaylık sürecinde ve partinin seçim programının belirlenmesi sürecinde birlik içinde hareket edebildiler.
1 Mart 2020’den itibaren anketlere göre partilerin oylarındaki değişim.
Partilerin programları ve koalisyon ihtimalleri
Seçim sürecinde çevre ve iklim konularının ekonomik boyutunun yanında sağlık ve sosyal boyutlarıyla da çok yoğun tartışıldığını gözlemliyoruz. Sera gazı emisyonu azaltımı ve iklim nötrlüğü aslında büyük partilerin tamamı tarafından kabul edilen ve vazgeçilmez görülen hedefler. Fakat partiler bu hedeflere ulaşmada, zaman planlaması ve yöntemler konularında ayrışıyor. Örneğin seçimlere 1980’den bu yana çevrenin korunması ilkesiyle katılan Yeşiller Partisi bu hedeflere çok hızlı bir şekilde ulaşılması gerektiğini savunuyor. Mevcut hükümetin koyduğu hedeflerin çok daha öne çekilmesi gerektiğini iddia ediyor. Hristiyan Birlik Partileri CDU ve CSU hızlı bir ilerleyişin ekonomik istikrarı tehlikeye sokacağından emin. Bu nedenle 2045’te ulaşılması planlanan iklim nötrlüğü hedefinin değiştirilmesine sıcak bakmıyor. SPD de 2021 yılında hükümet ortağı olarak kabul ettiği İklim Koruma Yasası‘na bağlı kaldığını açıkladı. Sosyal politikalar alanında üç büyük parti de düşük gelirlilere yardım etmek için vaatlerde bulunuyor. Örneğin birlik partileri CDU ve CSU, minijobs denilen kısa süreli işlerdeki gelir sınırını ayda 450 €’dan 550 €‘ya çıkarmak istiyor. SPD ve Yeşiller ortak bir duruşla, saatlik asgari ücreti 9,60 €‘dan 12,00 €‘ya yükseltmek istiyor.
Dijitalleşme konusu da seçim sürecindeki önemli gündemlerden biri. Almanya’nın dijitalleşmede birçok gelişmiş ülkeden geri kaldığı ve çok eski sistemleri kullanmaya devam ettiği tartışılıyor. Bu noktada özellikle pandemi sürecinde okullarda dijitalleşmenin elzem olduğu yoğun olarak tartışılıyor. Partilerin bu konuda finansmanı sağlama noktasında farklılıkları bulunuyor.
CDU ve CSU vergilerin arttırılmayacağı konusunda garanti verirken, SPD ve Yeşiller başta firmalar ve yüksek gelirli kişilerle ilgili daha adil bir vergilendirme vaat ediyor. Almanya’nın en önemli sorunlarından biri olan konut sorununda ise partilerin programları yine ayrışıyor. CDU kira fiyatlarının üst sınır ile dondurulmasına karşı çıkarak devletin yeni konutlar yapacağını vaat ediyor. Yeşiller partisi ise Almanya genelinde kiralar için üst sınır belirlenmesini istiyor. SPD’nin bu konuda vaadi ise, enflasyon artış oranını aşan kira zamlarının yasaklanması. Genel olarak Başbakanlığı üstlenecek partilerin programlarının değerlendirildiğini ve özellikle SPD ve Yeşillerin programlarının büyük benzerlikler taşıdığını söyleyebiliriz. İki partinin de CDU ile ayrışan vaatleri oldukça çok.
Bu seçimi ilginç kılan en önemli ögelerden biri, mevcut anketlere göre üç partili bir koalisyonun zorunlu olması. Almanya’nın iki büyük partisi CDU ve SPD toplam oy oranlarında büyük bir düşüş yaşıyor. İki partinin sadık seçmen kitlesindeki bu erime diğer partilerin etkinliğini her geçen gün daha da artırıyor. Mevcut anketlere göre iki büyük parti CDU ve SPD’nin oylarının ortak bir koalisyon kurmaya yetmeyeceği görülüyor. Bu noktada olası bir koalisyonda üçüncü partinin hangisi olacağı büyük önem taşıyor. Bu nedenle diğer partilerin konumları ve seçim vaatleri önem kazandı. Örneğin mevcut şartlarda en yüksek ihtimal olarak görülen SPD, Yeşiller ve Hür Parti (FDP) koalisyonu sanıldığı kadar kolay kurulamayacak. FDP lideri Christian Lindner’in özellikle Yeşiller’e ekonomi politikalarında oldukça mesafeli olduğunu biliyoruz. FDP’nin 2009-2013 döneminde ülkeyi beraber yönettikleri CDU’nun içinde olduğu bir koalisyonu tercih ettiği de biliniyor. Fakat aynı FDP, 2017 seçimleri sonrası çok uzun süren görüşmeleri tıkamış ve CDU-Yeşiller-FDP koalisyonunu engellemişti. Bir aydan uzun süren görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 2021 yılında aynı koalisyon formülünü destekleme ihtimali hâlâ zayıf görülüyor. Geçtiğimiz günlerde CDU lideri Laschet, FDP lideri Lindner’e çağrıda bulunarak seçim sonrası koalisyon görüşmelerinde CDU ile uyumlu çalışmasını rica etmiş, aksi takdirde ülkenin Rot-Rot-Grün denilen SPD-Yeşiller ve Sol Parti koalisyonuna mahkûm kalacağını söylemişti. CDU’nun bir süredir bu koalisyon ihtimaline karşı yoğun bir kampanya yaptığını görüyoruz. SPD’yi Sol Parti’ye karşı mesafeli durmaya defalarca davet eden CDU lideri Laschet, Sol Parti’nin iktidara ortak olmasını Almanya’nın kaldıramayacağını ve bunun ülkeye çok büyük zararının olacağını iddia ediyor.
Şu ana kadar kamuyou önünde gerçekleşen tartışmalarda adayların Avrupa Birliği ve genel olarak dış politika üzerine görüşleri pek gündem oluşturmadı. Almanya için Alternatif (AfD) ve kısmen Sol Parti hariç tüm partilerin Almanya’nın Avrupa Birliği içindeki konumuna önem verdiğini ve Merkel dönemi politiklarını desteklediğini söyleyebiliiz. Özellikle koalisyon ihtimalleri tartışılırken AfD’nin tüm partiler tarafından dışarıda tutulduğunu, Sol Parti’ye karşı ise SPD ve Yeşiller’in önşartlı yaklaştığını gözlemiyoruz.
Rot-Rot-Grün koalisyonunu ele aldığımızda ekonomik ve sosyal konularda çok büyük bir farklılık görülmese de özellikle dış politikadaki görüş farklılıklarının bu koalisyonun önündeki en büyük engel olduğunu söyleyebiliriz. Almanya’nın NATO’dan çıkması ve Rusya ile daha yakın ilişki kurmasını talep eden Sol Parti ile diğer partilerin koalisyon masasına oturması bile ihtimal dahilinde görülmüyor. Fakat SPD bu seçeneği şimdiden reddetmiş değil. Burada hem SPD içerisindeki sol kanadı kırmamak hem de diğer partilerle olan görüşmelerde elini güçlendirmek istediği düşünülüyor. SPD, Sol Parti’ye bugünden kapıları kapatması durumunda tamamen FDP’ye muhtaç durumda kalacak.
2017 Federal Meclis seçim sonuçları.
Son olarak Almanya’da pek konuşulan bir gündem olmasa da Başbakan adaylarının ve partilerinin Türkiye ile ilişkilerine değinelim. CDU, Merkel döneminde açık şekilde Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan bir partiydi ve Armin Laschet her ne kadar „Türk Dostu“ olarak anılsa da bu konuda yapabileceği pek bir şey yok gibi görünüyor. Laschet şu ana kadar Türkiye ile ilişkileri iyi tutmayı dilediğini ifade etmesi dışında olumlu tek bir açıklama yapmadı. SPD, üyelik müzakerelerindeki şartları yerine getirmesi halinde Türkiye’nin üye olmasını desteklediğini açıkça belirten bir parti. Olaf Scholz’un da farklı bir konum alması mümkün görünmüyor. Yeşiller Partisi özellikle son dönemde, muhalefette olmasının da verdiği imkânlarla, hükümete Türkiye konusunda ağır eleştirilerde bulunan bir parti. SPD’ye benzer şekilde üyelik müzakerelerini destekliyorlar, fakat daha kararlı bir sekilde Türkiye’ye karşı insan hakları konusunda tavır sergilenmesini, gerekirse yaptırımlar uygulanmasını ve Türkiye’deki muhalefet ile iletişim kurulmasini talep ediyorlar.
Görüldüğü üzere Almanya, sonuçlarının merakla beklendiği bir seçime hazırlanıyor. 26 Eylül’den sonra Merkelsiz bir siyaset sahnesi aylarca sürecek koalisyon görüşmelerine hazırlanacak ve Almanya’nın geleceğini planlayacak. Almanya bu yeni döneme hazır.
M. Esad Şahin: 2012 yılından beri Almanya’nın Frankfurt şehrinde yaşıyor. Goethe Üniversitesi’nde siyaset bilimi alanında Master yaptı, şimdi üniversitede doktorasına devam ediyor. Almanya Aile Bakanlığı tarafından finanse edilen bir projede proje müdürü olarak çalışıyor. 2017’den beri Almanya Türk Toplumu Yönetim Kurulu üyesi.