Bir kızı olmasını çok istiyordu. İlle de kızıl… Ismarlama olmaz bu işler diyordu arkadaşları, ama o biliyordu, bir şekilde emindi, kıvırcık kızıl saçlı bir kızı olacaktı. Gözünü kapadığında gözünün önüne bile getirebiliyordu onu. Bebekliğinden, yetişkinliğine kadarki her haliyle hem de. En çok da yirmili yaşlarının sonlarındaki genç kadın haliyle…
Kadınlar tarafından çok sevilen bir erkekti. İnce uzundu. Zarif hatlıydı. Saçlarının sarısı yeşile çalardı. Üstelik nazikti, kadın ruhundan anlardı. Bir kız bebek istediğini öğrenen kadınlar, bir kez daha, hem de delicesine âşık oluyorlardı ona. Ne de olsa, gelecekteki kızının hayalini kuracak kadar ince ruhlu, şefkatli erkeklere her köşe başında rastlanmaz.
O da kadınları seviyordu. Hatta belki biraz fazla… Onda öyle bir aşk vardı ki, aynı anda birden fazla kalpte barınamıyordu. Daha basit ifadeyle, şu pek nadir karşılaşılan tek eşli erkeklerden biriydi. Adını çapkına, hovardaya çıkaranlar halt etmişler. Kolayca hem de sık sık âşık olması onun suçu değildi ya! Hiçbir kadını aldatmamış, oyalamamıştı. Bir başkasına âşık olur olmaz, açık yüreklilikle itiraf eder, ceketini alır çekip giderdi. En son işte o gün, alıp çıktı ceketini. Bir daha da…
O gün iş çıkışı, tam Tarlabaşı’ndan Galatasaray’a çıkmak için karşıdan karşıya geçecekken, yan yana dizilmiş perukçu dükkânlarının vitrinlerinden birinde gözüne çarptı o kıvırcık kızıl peruk. Aklı işiyle ilgili önemli bir mevzuya takılı kaldığından, gözünü dikmiş peruğa bakmakta olduğunu neden sonra fark edebildi. Vitrine yansıyan yüzü, peruğun yerleştirildiği taştan yüzün üzerine bindiğinde… Yüzünü peruktan zor kopardı, koşar adım karşıya geçti, aklını var gücüyle yeniden o önemli mevzuya vermeye çalışarak Karaköy’e vardı, kalkmak üzere olan vapura atladı.
Sevdiceği mükellef bir sofra hazırlamış onu bekliyormuş. Üstelik bir de sürprizi varmış. Yok, bir şey lâzım değilmiş. Yeterince şarapları da varmış. Oyalanmadan, bir yerlere uğramadan çabucak gelsinmiş yanına.
Sürpriz, kıvırcık kızıl saçlarmış. O esmer yüze hiç yakışmamış. Kızılın etkisiyle sararmış görünen yüzüne oturttuğu yarık nar gibi kızıl, şımarık kız çocuğu ağzını büze büze, o bebeksi, nazlı sesiyle sordukça, çok yakıştığını söylese de… Kadınların her halini severdi. Kurnazlık ederkenki şapşal hallerini bile. Yine de o gün, sevgilisinin yanında fazla durmak istemedi. Yalnızlığa ihtiyaç duyuyordu. Sabah trafiğinin yoğunluğunu bahane etti, geceyi evinde geçirmek istediğini söyleyerek izin istedi. O eve bir daha adım atmayacağını kendisi de bilmiyordu henüz.
Tam uykuya dalıyorken, sıkıntıyla uyanıp oturdu yatağın içinde. Kendisini uyandıranın ne tür bir sıkıntı olduğunu anlamaya çalıştı. Kâbus görmediğinden emindi. Bir önsezi? Zihnini delip geçiveren uğursuz bir düşünce? Eski günlerden arda kalan tatsız bir hatıra? Gün içinde yapmayı unuttuğu önemli bir işi mi hatırlamıştı yoksa? Hatırlamış ve uyanır uyanmaz unutuvermişti sanki. Evet, yapmayı unuttuğu çok çok önemli bir iş vardı… ama ne? İçine doğru, ruhunun derinliklerine kadar aradı. Bulamadı. Rüyasız, dümdüz bir uykuya daldı. Sabahın ilk ışıklarının kızılıyla uyandığını sandı. Göz kapaklarının ardı kıpkızıldı. Gözlerini açtı. Bembeyaz bir aydınlık… Güneş yükselmiş. Geç kalmış. Yine uyanamamış. Ok gibi fırladı kalktı yataktan.
İş çıkışı sevgilisinin evine gitmek üzere Tünel’e doğru koşar adım ilerliyordu ki, sırtından mızrak yemiş gibi sarsılıp durdu, yol ortasında öylece kalakaldı. Yapmayı unuttuğu o çok önemli işi hatırlamıştı sanki. Hatırlamasıyla birlikte de unutuvermişti… Ne yöne gideceğini bilemez halde kendi etrafında yavaşça bir tur döndü. Yoluna devam etmek üzere birkaç adım atmıştı ki dizlerinin bağı çözüldü, duvara yaslanıp soluklandı, gözlerinin yokuşun başından itibaren görünen, caddenin tam karşısındaki perukçu dükkânını aradığını neden sonra fark edebildi. Ağır adımlarla yokuşu geri tırmanmandı. Perukçu dükkânının vitrinine uzaktan son bir bakış attı, adımlarını hızlandırıp, Beyoğlu’na doğru ilerledi.
Nevizade sokağına zor attı kendini. Her adımında geri dönüp perukçunun vitrinine burnunu dayamaktan korkmuştu. Yerin gittikçe yumuşayıp gevşemesi, bacaklarının gittikçe ağırlaşması, ayaklarının her adımda daha da derine gömülmesi korkusundan mıydı gerçekten? Yoksa?..
Her zamanki masasına oturdu. Her zaman kendisine hizmet eden garsona işaret çaktı. “Her zamankinden mi?” diye sordu garson. “Her zamankinden” diye cevap verdi. Her şey her zamanki gibi olsun istiyordu. Başkaca hiçbir şey istemiyordu şimdilik. Şimdilik… İçi bir yandan korkuyla doluyor, bir yandan sevinçle aydınlanıyordu. Yepyeni bir macera, yepyeni bir arzu fırtınası onu bekliyordu. Yeniden âşık olmak üzereydi. Hissediyordu. Ama kime? İşte onu hiç bilmiyordu.
Kafası dumanlanmaya başladığında kalktı, evine gitti. Yalnızlıktan ilk defa böylesine haz duyuyordu. Sevgilisine gitmekten son anda vazgeçmiş olduğu için kendini kutladı. Onu son gördüğü haliyle gözünün önüne getirdi. Esmer yüzünü çevreleyen kıvırcık kızıl saçlarıyla, küçük bir kız çocuğu gibi cilveler yaparken… İçini yokladı. Ona artık âşık olmadığını fark etti şaşkınlıkla. Bir başkasına ilgi duymaya başlamadıkça sürerdi aşkları oysa. Birden anladı aşkının bitme sebebini. Kızıla boyattığı kıvırcık saçlarıyla, bebeksi konuşmasıyla korkutup uzaklaştırmıştı onu kendisinden. Tam da şöyle demek istemişti: “Madem bir kızın olsun istiyorsun, hem de benim gibi kızıl…” Oysa, sık boğaz edilmeye, evlilik için üzerine düşülmesine hiç gelemezdi.
“Tabii yaaa!” diye bağırdı, iki kısık kahkaha arasında. “O peruktan da bu yüzden korkuyorum işte! Hem çekiliyorum o peruğa, hem de korkuyorum. Kızımı hem çok istediğim, hem de ona sahip olacak adımı atmaktan korktuğum için.” Kafasını sonunda netleştirmiş olmanın huzuruyla gitti yattı. Oysa o korkunç kâbuslar da işte kendini huzurlu hissettiği o gece başladı. Hayallerini süsleyen kızı, her yaşından halleriyle belirir oldu kâbuslarında. O alev alev saçların parlaklığından gözleri kamaşıyor, yüzünü seçemiyordu bir türlü. Sonra saçların vitrindeki peruk olduğunu anlıyor, kızının yanına yaklaşıyor, yüzünü görebilmek için peruğu çekip aldığında saçlarının aslında sarı.. yeşile çalan ipeksi bir sarı olduğunu görüyordu ve… çığlık çığlığa uyanıyordu. Rüyada kızının yüzünü sonunda görebildiğini biliyordu, hem de güzel bir yüzdü gördüğü, ama hatırlayamıyordu uyandığında. Onu neyin böylesine büyük bir dehşete düşürdüğünü de anlayamıyordu. Yine de aptal değildi ya! Vardı elbette bir tahmini. Kendi yüzü olsa gerekti kızının yüzünde görüp de unutuverdiği. Yeşile çalan sarı saçlar da buna işaret etmiyor muydu zaten? Öyle bile olsa, insan bu kadar korkabilir miydi ki rüyasında gördüğü kendi yüzünden? Hem de yüzünü korkunç bile değil, güzel görmüşken?
Sevgilisine bir açıklama borcu vardı ne olsa. Günlerden cumartesiydi. Akşamı beklemeden, kahvaltıdan hemen sonra yola koyulup kapısını çalmaya karar verdi. Tarlabaşı’ndan Galatasaray’a geçiyorken, perukçu dükkânını gördü ve sonunda kendine itiraf edebildi. Erkenden yola koyulması, vitrindeki peruğa bakmak içindi. Sevgilisinin evine akşamdan önce gitmeye aslında hiç niyetlenmemişti. En zevkli günahlara batacak insanların çekingen hevesi, ürpertili neşesiyle vitrine yaklaştı. Kızıl peruğu uzun uzun seyrederken duyduğu derin utancın şehvetiyle dükkâna daldı.
Eve dönüş yolunda içinde kıpırdanan telaşlı sevince binbir bahane uydurdu. Kendisinde takıntı haline geldiği için satın almışmış peruğu. Yakıp kurtulacakmış ondan, kesip atacakmış. Peruğu yok edemeyeceğini bildiğinden kendine mahçup olmamak için daha inandırıcı bir mazeret uydurdu sonunda. Öyle söylerlermiş ya! Tekrarlanan rüyaların temsilini yapmak, onları taklit etmek gerekirmiş etkilerinden kurtulmak için. Kâbuslardan kurtulmak içinmiş işte, birazdan, birkaç adım sonra, anahtarı titreyen parmaklarıyla kilidin içinde çevirip gireceği evinde, koşarak koridoru arşınlayıp, banyoya dalıp, nihayet aynanın karşısında, kutusunu parçalarcasına açıp eline alacağı peruğu başına geçirecek olması.
Sevgilisine bir açıklama borcu vardı gerçekten. Evine gitmedi ama akşamına ona bir mesaj attı:
Sevgilim, beni affet. Senden ayrılmak zorundayım. Onu buldum sonunda, ona kavuştum. Âşık olduğum her kadında onu aramışım. Hep bulduğumu sanmışım. Hep yanılmışım. Öylesine uzakmış ki, ulaşamamışım. Öylesine yakınmış ki, görememişim.
Kendine çok iyi bak. Ne çok yakından, ne de çok uzaktan… Sevgiler,
Z.