(1) Bir toplumda düşüncenin yetkinliği ve sanatın derinliği kültürel yaşamda neden olduğu etkilerden gözlemlenebilir ve hatta ölçülebilir. Çünkü sadece kültür, şairin sözündeki maksat ile okurda oluşturduğu (farklı) çağrışımı müşterek bir alanda bir araya getirebilir.
Hatta öyle ki farklı bağlamlarda ortaya çıksa da şiirin ifadesi, müziğin tınısı ve dini bilgi birbirlerini kendi doğal seyirlerinde tamamlar.
Mesela cami ile Itri’yi, katedral ile Bach’ı bütünleştiren yetkinlik gibi. Ne sanat dini güzelleştirmek için araçsallaşır, ne din kültürel bir objeye indirgenir. Sanatkâr, ziyaret edenler dindarlaşsın diye camiyi tezyin etmez; kilise korosu sesini, dinleyenler ilahinin büyüsüne kapılsınlar diye yükseltmez.
Ya ne içindir “güzelin” mevcudiyeti… elbette yaşamak için. Manevi hissiyat ve sanatın zevki kendi doğal seyirlerinde iç içe geçerler.
Yunus’u düşünelim, düşüncesini şiirde dile getirirken, ne şiirin araçsallaştığı ne de sanatın dini bilgiyi nesneleştirdiği söylenebilir. Bilakis maneviyat tecrübe edilirken şiirde dışavurur. Ney ve rebap, ayini süslemek maksadıyla bir güzelleştirme çabası değil, yaşanılan güzelliğe müziğin kendiliğinden katılımıdır.
Normlar çerçevesinde “tahsiniyyat” ayrı bir kategori oluşturabilir, fakat erbabı için güzellik kendinde tecrübeden başkalaşmaz.
Sanat, dini bilginin aktarımı için absürdleştirilmez, güzel bizatihi deneyimlenen bir gerçeklik olarak idrak edilir.
Güzeli yaşamayı kaybettiğinizde zevksiz bir caminin mimarisiyle hoşnut olacak, tel örgülerle çevrilmiş sitelerde dininizi koruyacaksınızdır.
Sazsız ve sözsüz dindarlık kültürünü kaybetmiştir; dini bilgi kültürsüz ne kadar yaşanılabilir ve ne kadar aktarılabilirse o kadar anlaşılabilir ve o derece hissedilebilir.
Neticede kültürün eğitimi – bireyde idrak ve hissin terbiyesi, dini bilginin ediniminden önce gelmelidir.
(2) Bir sanat eserini herhangi bir anlamla sınırlayamayız. Şiir okurun yorumuna göre farklılaşır, resim seyredende farklı hislere neden olur veya müzik dinleyicisinde muhtelif duyuşlara yol açar.
Yaşamın sanatla idraki hem anlam hem de duyuşta çeşitlenmeyi sağlar.
Hatta dini bilginin anlaşılmasını da kültür çeşitlendirir. Şimdilerde anlamamıza pek imkân olmayan ama dedelerimizden hatırladığımız Mevlid’in dinleyicisindeki sihirli tesiri gibi.
Anlamsal çeşitlilik sanatsal duyuşun önkoşuludur. Yorumun genişliği düşüncenin gücünü pekiştirir. Kültür ancak farklılaşma ve çeşitlenme arttıkça gelişimini sağlayabilir.
Halbuki Türkiye’de dini yahut seküler bilgi aktarılırken tek bir formun kutsiyeti üzerinden hareket edilmekte. Saflar sıklaştıkça duyuş bayağılaşmakta, fikir basitleşmekte ve nihayetinde kültür zeminini kaybetmektedir.
Ne tek tip eğitim müfredatı ne de tek tip dindarlık formu bir kültür meydana getirebilir.
Kültürden bahsedemiyorsak “muhafaza” edilen nedir?
Eğer düşünce ve sanat çeşitli yansımalarıyla aynı alanda bir araya gelemiyorsa kültürden bahsedebilir miyiz?
Bir şarkı sözünü dinleyenler, gerçek anlamını soruşturuyor, mutlak bir anlam üzerinden ahkâm kesiyorlarsa…
Müzik, dinleyende bir zevke bir hisse değil de öncelikle bir fikre neden oluyorsa…
Sözün anlam çeşitliliği veya mecazi yorum ihtimali kimsenin hatırına gelmiyorsa…
Herhangi bir kültürün varlığından bahsedebilir miyiz?