Pazar günü üç maç seyrettim: Alanyaspor- Galatasaray, Beşiktaş-Antalyaspor ve Senegal-Mısır.
İnönü’deki maçtan pek bir zevk almadım. Lezzetli bir menü yoktu sofrada; ne aklı çelecek bir oyun örgüsü ne kalpleri yerinden oynatacak bir pozisyon ve ne de göze hoş gelen bir futbol. BJK, bal yapmayan arı misali ortalıkta geziniyor, Antalya ise geride sağlam durup fırsat kolluyordu. Tatsız tuzsuz bir ilk yarı oldu. İkinci yarı Antalya az biraz öne çıkınca, maç hiç değilse daha mücadeleli bir hal aldı, bir-iki pozisyon doğdu ama onlardan da bir netice çıkmadı. Antalya çok ihtiyacı olan bir puanı aldı, BJK ise stadı dolduran taraftarına bir umut ışığı vermedi.
Alanya’daki maçtan beklentim yüksekti. Ali Fikri Işık’ın iki gözde teknik adamı kozlarını paylaşıyorlardı. Hem Francesco Farioli’nin hem de Doménec Torrent’in oyunu geride kuran, kısa ve hızlı paslaşmaya hayati bir değer atfeden, topu sürekli ayağında tutarak rakibi kendine mahkûm etmeyi amaçlayan bir futbol anlayışları var. Her ikisi de topu çok seviyor. Torrent, bir söyleşisinde, rakipteki veya rakibe kaptırılan topu en fazla 5-6 saniye içinde geri almayı istediğini, bu süre aşıldığında kendisini rahatsız hissettiğini söylemişti.
Bıraksanız topu alıp eve götürecek, karşı takıma top yüzü göstermeyecek bir top sevdalısı var karşımızda! Nitekim Barcelona’da, Bayern’de ve City’de Pep’in yanında bu anlayışın uç örneklerini sahaya yansıtmışlığı da var. Ne var ki Alanya’da bunu yapamadı. Hatta onun aklındakileri gerçekleştiren Farioli oldu. Birbirine çok yakın duran, temaslı oynayan ve rakibe hemen basan Alanyaspor, GS’liler daha nefes alamadan onların ayaklarındaki topa sahip oluyorlardı.
Farioli, felsefe eğitimi almış ve henüz 32 yaşında bir teknik direktör; önce kaleci antrenörlüğü yapmış, sonra Çağdaş Atan ile birlikte çalışmış. Birinci adam olarak ilk tecrübesini Karagümrük’te yaşamış ve şimdi de Alanya’nın başında. Potansiyeli olan bir teknik adam olarak gösteriliyor. Pas kanalları yaratmada mahir; takımı baskı altında iken bile topu ayağında tutan bir oyuncusu pas verebilecek birkaç alternatif bulabiliyor ve baskıyı böyle kırabiliyor. Pası veren her oyuncunun hemen yer değiştirerek pas alabilecek bir başka konuma geçmesine çok önem veriyor.
İspanyolu ezen İtalyan
Elbette bu oyun, ayağı iyi olan futbolculara ihtiyaç duyuyor. Oyun savunmada kurulduğu için kaleci dâhil bütün savunma oyuncularının topla irtibatının yüksek olması bir zorunluluk, aksi takdirde kaptırılan her topun faturası ağır olur. Farioli, Karagümrük’te bunun çok acısını çekmişti. Ancak, GS karşısında takımı son derece sakin ve özgüvenle paslaşıp GS’yi sürklase etti. Alanya o derece baskındı ki, bir şans golü haricinde, GS hiçbir varlık gösteremedi.
70. dakikada Alanya’da savunmanın sağında oynayan Juanfran kırmızı kart gördü ve takımını 10 kişi bıraktı. Ancak bu kırmızı kart bile oyunun hikâyesinde bir değişiklik yaratmadı. Farioli, saha içine müdahale etti, takımın beyni Novais’i defansın merkezine aldı; geriye yaslanmadı, skoru koruma telaşına düşmedi ve oyunu aynı şekilde oynamaya devam etti. Yine maça hükmeden, oyunun ritmini elinde tutan, tempoyu istediği anda yükseltip istediği anda düşüren Alanya oldu. Oyunu baştan sona Alanya biçimlendirdiği için maçı o anda izlemeye başlayan birine sorsanız, 10 kişi oynayanın GS, 11 kişi oynayanın Alanya olduğunu sanabilirdi. GS, Alanya ceza sahasına yanaşamadı bile; öyle ki GS’nin ikinci yarıda Alanya kalesine giden ilk topu, 90+5’te Feghouli’nin cılız şutu odu.
Hülasa, İtalyan Farioli, İspanyol Torrent’i hallaç pamuğu gibi attı. Belki skora yansımadı ama oyun olarak Farioli, Torrent’i ezdi geçti. Güzel bir maç oldu, beklediğimi bulmanın, belli bir plan dâhilinde işleyen bir oyun seyretmenin mutluluğunu yaşadım.
Rehhagel’in ruhu
Günün en heyecanlı maçı ise, Kamerun’daydı. Afrika Uluslar Kupası’nın final maçında Senegal ve Mısır vardı. Liverpool’un iki yıldızı Sadio Mané ve Muhammed Salah, milli takımlarının 10 numaralı formalarını sırtlarına geçirerek kozlarını paylaşıyorlardı. Kamerun’da kırmızıların zirvesi vardı.
Maçtan önce Senegal’i tutuyordum. İki sebepten: Birincisi, Mısır’ın daha önce bu kupayı yedi kez kaldırması ama Senegal’in hiç mutlu sona ulaşamamış olmasıydı. Doğal olarak, Senegal’in ilk zaferini tatmasını istiyordum. İkincisi ve daha mühimi, Senegal’in daha güzel bir futbol oynamasıydı. Mané’nin liderliğinde Senegal sürekli gol arıyor, maçı rakip sahada oynuyor, hep ileri hamle ediyor, takımın boyunu kısa tutuyor, yani günümüzün futbol değerlerine uygun bir kimlikle oynuyordu.
Mısır ise 2004 Yunanistan’ı gibiydi. Sanki Otto Rehhagel’in ruhu dolaşıyordu sahada. Portekizli hoca Carlos Queiroz, oyunu birinci bölgede kabul ediyor, bir fırsatla golü bulmaya ve üstüne yatmaya çalışan bir top oynatıyordu takımına. Finale giden yolda iki maçı penaltılarla almışlardı. Bilhassa yarı finaldeki Kamerun maçı, ev sahibi ülke için çok dramatik sonuçlanmıştı. Futbol adına, Senegal’in kazanması iyi olurdu.
Maç tahmin edildiği gibi başladı. Senegal önde baskı kurdu, Mısır kozasına çekildi. Aslında, daha 5. dakikada bu kurguyu bozabilecek bir olay oldu. Senegal penaltı kazandı ama Mané, aşırı motivasyonun verdiği gerginlikle penaltıyı kaçırdı (veya turnuvaya yedek olarak başlayan ama ilk kalecinin sakatlanmasıyla kaleyi devralan ve kurtardığı penaltılarla Mısır’ı finale taşıyan Gabaski, Mané’ye geçit vermedi). Heyecan yüksekti ama maç kısırdı. Maçtaki en güzel hareket, maçın Güney Afrikalı hakemi Victor Gomez’in bir pozisyonda kendisine ısrarla itiraz eden Salah’a “Çok biliyorsan al maçı sen yönet” der gibi düdüğü ve kartları uzatmasıydı.
“Futbolun kalbi kırdığı gün”
120 dakikadan gol çıkmayınca kazananı belirlemek penaltılara kaldı. Turnuvaya damga vuran ve final maçının adamı seçilen Gabaski yine bir penaltı kurtardı ama bu gece arkadaşları önceki geceler kadar iyi değildi; onlar kaçırınca kupa Senegal’e gitti.
Senegal adına son penaltıyı Mané attı. Eğer maçı kaybetselerdi, bu gece Mané için bir kâbus olacaktı. Nasıl ki 1994 Dünya Kupası denildiğinde hala akla Roberto Baggio’nun finalde Brezilya’ya karşı kaçırdığı penaltı geliyorsa, 2021 Afrika Kupası denildiğinde de akla Mané’nin kaçırdığı penaltı gelecekti.
Baggio, 2017’de verdiği bir söyleşide “Takımımı Dünya Kupası finaline götürdüğümde çok mutluydum. Futbolun kalbimi kırdığı gün, Dünya Kupası finaliydi. Daha önce kimseye söylemedim ama hala o penaltı nedeniyle kendimi kötü hissediyorum. Eğer futbolda bir kuralı değiştirebilecek olsaydım, kesinlikle penaltı vuruşlarından kurtulurdum” demişti.
Neyse ki Mané’de öyle olmadı, attığı son penaltıyla takımına kupayı getirince gece onun için bir hayal gecesine dönüştü.
Senegal’in kaptanı Napolili Kalidou Koulibaly final için “hayatımın maçı” demişti. Futbol böyle bir oyun; bir penaltı bazen kalbinizi onarılmayacak kadar sert bir biçimde kırıyor, bazen de hayatınızın maçını kazanmanızı sağlıyor.
Kupa süresince aklımda hep bir soru vardı: Afrikalı oyuncular artık Avrupa liglerinde daha çok görünüyorlar. Özellikle Kamerun, Senegal, Nijerya gibi ülkelerin futbolcuları, Avrupa’nın kalburüstü liglerinde sahne alıyorlar; teknik, taktik ve fizik olarak Avrupalı ve Latin Amerikalı meslektaşlarından geri kalır yanları yok.
O halde, acaba yakın zamanda bir Afrika ülkesi dünya şampiyonu olabilir mi?
Dünya futbolunun Avrupalı (Almanya, İtalya, Fransa, İngiltere, İspanya) ve Latin Amerikalı (Brezilya, Arjantin, Uruguay) olmayan bir şampiyon görme vakti gelmedi mi?
Bence, geldi. Umarım ahir ömrümüzde bir Afrika ülkesinin şampiyonluğuna şahit oluruz.