Bütün kasırgalar diner…
… elbette sadece hayatta kalanlar için. Kasırgada batan teknelerle birlikte boğulanlar -kasırga dindiğinde hayatta olmadıklarından- kasırganın dindiğini de bilemezler. Onlar için kasırga dinmemiştir yani. Yine de büyük bir soğukkanlılıkla, evrensel bir bilgiymiş gibi, herkes için geçerliymiş gibi, ders kitaplarımıza yazabiliriz bütün kasırgaların dindiğini. Ders kitaplarını hayatta kalanlar yazar. Hayatta olanlar okur.
Bazı insanları, dostlarımızı, yakınlarımızı bizden aldığı için kasırgaya fena halde öfkelenmeye hakkımız var. Ama kasırgasız bir âlem hayal etmeye hakkımız var mı, fena halde şüpheliyim. Ama o ayrı bahis. Bugünlük derdim, içinde yaşadığımız, hayatta kalmış olarak atlatmaya çalıştığımız kasırganın da dineceği -yani içimizden bazıları için, çoğumuz için.
“İçinde yaşadığımız kasırga” derken, boğuştuğumuz enflasyon, memleketteki fenalıkların kahir ekseriyetinin müsebbibi oldukları gibi enflasyonun da müsebbibi olanların yüzümüze baka baka sabır talep etmesi, bütün bu saçmalıkların içinden ümit veren bir muhalif siyasetin zuhur edememesi, sığınmacılar, sığınmacı karşıtlığı, hukuk insanlarının hukuksuzluğu, suçlulara karşı mücadele etmesi beklenen insanların pervasızca suç işlemesi gibi hususların -ki madde madde saymaya kalksak sayfalar doldurmamız gerekir- mide bulandırıcı alaşımından söz etmiyorum.
Yaycıoğlu’nun “otoriter ve irrasyonel fırtına”, Ağırdır’ın “küresel ara buzul dönem” dediği şeyden? Hayır, galiba ondan da söz etmiyorum. Esasen otoriterliğin ve/veya irrasyonelliğin yükseldiğini düşünmüyorum. Ortada bir buzul dönemi de yok, katı olan her şey buharlaşmıştı, gaz halindeki her şey bir süredir sıvılaşıyor. Her faz değişiminde olduğu gibi, nirengilerimizi kaybettik. Deniz fenerlerine duyduğumuz ihtiyacı kusursuz pusulalarımız ve olağanüstü GPS donanımımızla ikame etmiş olsak da… Müstekbir gemilerimiz okyanusun öfkeli dalgalarının yanında ceviz kabuğu gibi sallanıyor.
Yine de, bu kasırga da dinecek. Bazılarımız için.
Kasırgadan sağ kurtulanlarımız, kasırgadan nasıl sağ kurtulduklarına dair müthiş hikâyeler yazacaklardır. “Kendimi küpeşteye sımsıkı bağladım” filan gibilerinden. Hâlbuki kendisini küpeşteye aynen onun gibi bağlamış başkaları kasırgadan kurtulamayacak. Küpeşteye bağlamamış başka bazıları ise kurtulmuş olacak.
Ama hikâye, hikâyedir. Severiz hikâyeleri.
Ben size başka bir hikâye anlatmak istiyorum.
Murat Sevinç’le başlayalım. Doğu illerinden birinde bir belediye başkanının -yanındaki silahlı adamlarla birlikte- yaptığı keşif gezisinden, KHK’lıların apar topar işten atılmalarından, parti genel başkanlarının, bakanların marifetlerinden söz ederken, araya sanki aynı yemeğin malzemesiymiş gibi, kendisini hızlı sürmemesi için uyaran birini silahla kovalayan bir sürücüyü de sıkıştırmış. “Çalıyorlarsa çalsınlar, biz de çalıyoruz” diyen pazarcı esnafını da…
Birbirinden yapısal olarak farklı olan iki şiddeti aynı şeymiş gibi göstermek gibi bir derdi olduğunu düşünmüyorum Sevinç’in. Kendisi iki şiddeti birbirinden ayırt edemiyor. Olur a, hepimizin türlü türlü kusurları var, Sevinç’inki de öyle bir kusur işte… Deyip geçebilirdik. Meselemiz şu ki, içinde debelendiğimiz kasırga, tam da, birbirinden yapısal olarak farklı bu iki şiddeti tefrik edememekten kaynaklanıyor.
Devletin, muktedirlerin bizim üzerimize kustuğu şiddet, bizim birbirimize karşı uyguladığımız şiddetten farklı. Birçok bakımdan farklı. Bir defa biz, her birimiz, her gün yüzlerce defa, kendi hizamızdaki birilerine şiddet uygulama riskiyle karşı karşıyayız ve kahir ekseriyetinde yapmıyoruz. Arada bir, bir minibüs şoförü zıvanadan çıkıyor olsa da her gün binlerce minibüs on binlerce sefer yapıp yüz binlerce insan taşıyor ve… Bingo, birisinde bir sürücü birilerini silahla kovalıyor. Spontane bir şiddet. Buna mukabil devlet, planlı programlı, örgütlü bir biçimde şiddet uyguluyor.
Uzatmayacağım, birinci tür şiddetle ikinci tür şiddeti aynı kefeye koyduğunuzda, insanları eğiterek problemleri çözebileceğiniz gibi bir varsayıma ulaşabiliyorsunuz. Birkaç adım sonra da problemleri çözmek için yegâne enstrümanın eğitim olduğu kanaatine varmak kolay oluyor. E ama biz zaten bizi eğitiyoruz. Ailede, toplumda… Eh, biraz da okulda, okul kantinlerinde mesela… Birbirimizi eğite geldiğimiz için on milyonluk şehirlerde her gün sayısız kontaktan pek az arıza çıkararak yaşıyoruz. Eğitim denen müessesenin kabiliyetinin sınırları var. Arada bir, bir müşterinin “hızlı gidiyorsun” dediği anda zıvanadan çıkmamıza mani olamıyor mesela… Yine de sayısız teması hasarsız atlamamızı sağlıyor.
Ama işte elinizde “her şeyin mesulü insan, her şeyin çözümü de eğitimde” gibi bir hikâye olduğunda, silahlı adamlarının eşliğinde caka satan belediye başkanı ile bir minibüs şoförü aynı görünüyor gözünüze ve örgütlenme tarzını değiştirerek ancak çözülebilecek problemleri de eğitimle çözmek gibi manasız projelere gönüllü yazılıyorsunuz.
Bütün bunları dert etmeyebilirdik. Etmiyorduk da zaten. Ama basınç birikti. Sonra kasırga olarak patladı. İnsan ister istemez, “hah, şimdi akıllanırlar artık, belediye başkanı ile naçar minibüs şoförünü aynı kefeye koymaktan cayarlar, ne de olsa okumuş çocuklar” diye ümitleniyor. Ve okuduğunuz hemen her yazı sıradan insanları suçlayan, sıradan insanların sığınmacı düşmanlığını, hırsızlığını, fırsatçılığını veya zaman zaman zıplayıp ortaya çıkıveren herhangi bir kusurunu olup biten her şeyin müsebbibi olarak sanık sandalyesine oturtan bir yazı olunca… Çaresizlik…
İnsanın limitleri var. Naturası, veya fıtratı -hangi terimi tercih ederseniz artık- var. Yaşadığımız problemler o naturadan, o fıtrattan kaynaklanmıyor. Biz yüz bin yıl içinde Afrika savanlarından bugünkü şartlara o naturayla, o fıtratla geldik. Problemlerimiz örgütlenme biçimimizden kaynaklanıyor. Bir minibüs şoförünün bilmem kaç ayda bir zıvanadan çıkması veya işsiz birinin “başına gelenler sığınmacılar yüzünden” lafına can simidine sarılır gibi sarılması gibi ihtimalleri ortadan kaldıramayız. Ama örgütlenme tazımızı değiştirebiliriz.
Mütemadiyen insanı, insanın naturasını sanık sandalyesine oturtup yargıç makamından konuşanlar, esasen, örgütlü, bilinçli şiddetin bir başka biçimini uygulamaktan gayrı bir şey yapmıyorlar. Kimileri sokakta yanındaki silahlı adamlarıyla, kimileri mahkeme salonlarında cüppeleriyle… Kimileri de işte klavyeleriyle.
İçinde yaşadığımız kasırga, bizim de o minibüs şoförlerine, pazarcı esnafına hayatı zindan eden belediye başkanlarının, polislerin, yargıçların yanında saf tutup, o aynı insanlara parmak sallamamızdan kaynaklanıyor. O minibüs şoförlerinde, o pazarcı esnafında birikmiş olan öfkeden. Her kasırga diner -aramızdan bazıları için. Bu kasırga da dinecek. Örgütlü şiddeti biraz daha geriletmiş olacağız. Spontane şiddet ise, az veya çok, bizimle birlikte mevcut olacak.