Ana SayfaAli Bayramoğlu'yla BugünlerÇok kültürlülüğün derin krizi…

Çok kültürlülüğün derin krizi…

“Fransa'daki seçimin birinci turdaki alternatifleri içerisinde üç ismin öne çıkıyor olması bir soruna; kişiler üstünden siyaset yapma eğiliminin ya da siyasetle kişileri birbirine geçirme eğiliminin güçlenmesi sorununa işaret ediyor.”

Programın tamamını Serbest TV’de izlemek için:

Fransa’da Macron, aşırı sağcı rakibi Le Pen’i geride bırakarak ikinci kez cumhurbaşkanı seçildi. Fakat Le Pen’in oyunu arttırdığı görüldü. Siz gerek Macaristan’daki gerekse Fransa’daki seçim sonuçlarını göz önünde bulundurduğunuzda siyaset-toplum ilişkilerinde nasıl bir değişim/dönüşüm gözlemliyorsunuz?

Gerek sanayi toplumu girdilerinin, gerek sanayi toplumu algısının, sanayi toplumuyla ilgili sosyolojik yapılanmanın hakim olduğu ve en önemlisi tabii evrensel değerlerin önemli bir biçimde yeşerdiği, ortaya çıktığı ve benimsendiği Fransa gibi bir ülkede neler oluyor?

Fransa seçimlerinin iki önemli yanı var.

Biri Marine Le Pen’in, aşırı sağcı hareketin almış olduğu oy oranı. Yüzde %41,5. Niteliği ve iddiaları itibariyle Avrupa’da bir sorun olarak görülen bir siyasi hareketin yaşadığı ilerleme, sorular sorduruyor: Le Pen nasıl yüzde kırk bir buçuk aldı? Bu durum Fransa’yı da aşan çerçevede ele alınacak hususlar içerir mi?

İkincisi; başkanlık sistemi üzerinden siyasi temsilin darbe alması ve kurumların yerine kişilerin geçmeye başlaması. 

İkincisinden başlayalım. Kadim demokrasi geleneğinde siyaset şudur: Toplumun farklı kesimlerinin örgütlü ilişkileri aracı kurumlara yansır, siyasi partilere akar. Siyasi partiler bu çerçevede kişileri değil belli bir toplumsal kesimi ya da kesimler bloğunu temsil ederler ve bu durum, aşağıdan yukarıya akış itibariyle de katılım mekanizmaları varsayımı üzerine kuruludur. Sıhhatli siyaset, katılımcı siyaset, örgün siyaset bu çerçevede tanımlanır ve parlamenter sistem buna çok uygun bir siyasal sistemdir.

Başkanlık sistemleri bu akışı bozuyor; Fransa’da bu artan oranda yaşanıyor ve çeşitli etapları var.

İlk dönem De Gaulle gibi karizmatik liderlere rağmen kurumsal bakımdan dengeliydi.

İkinci dönem Mitterrand’la başladı. Onun parlamentodaki çoğunluğu, Sosyalist Parti’yi kendisine tâbi kılmasıyla birlikte kişi önderliğinde bir iktidar işleyişi ortaya çıktı. Üçüncü aşama Sarkozy dönemidir. Sarkozy, geldiği siyasi partiyi pasifize ederek, kurumlarını eriterek kendisini ön plana çıkardı. Bu eğilim Macron’la biraz daha pekişti. Macron ortaya bir siyasi hareket kurarak çıktı, bir siyasi parti aidiyeti yoktu ve siyasi partilerin adayları karşısında başarılı olarak, onları geçerek bir anlamda merkezi doldurdu. Sarkozy döneminde sağda yaşanan bu kez solda yaşandı. Sol partilerin içi boşaldı.

Bu gidiş Fransa’da genel bir eğilime de dönüşmeye başladı.

Macron, siyaseti bir kişi olarak ve vaat ettiği kişisel paketler üstünden tanımlayan bir insan. Marine Le Pen belki bir milliyetçi, ulusalcı hareketin temsilcisi fakat kişiye endeksli bir siyaset yürütüyor. Melanchon… ilk turda üçüncü olan bu isim komünist, ama Komünist Parti’den aday olmayan, yine kişisel bir çıkışla duran, biraz Chavez tarzı bir siyasetçi.

Fransa’daki seçimin birinci turdaki alternatifleri içerisinde bu üç ismin öne çıkıyor olması bir soruna işaret ediyor. Bu sorun aslında Fransız toplumu tarafından da kısmen satın alınan, içselleştirilen bir durumun sonucu. Bu, kişiler üstünden siyaset yapma eğiliminin ya da siyasetle kişileri birbirine geçirme eğiliminin güçlenmesi. Örneğin Merkez Sağ Parti %4.7’de kaldı, Sosyalist Parti %1.7’de kaldı, bu kişiler karşısında.

Bunlar başkanlık sistemi ve yarışının artık hastalıklı bir hal alan sonuçlarıdır.

Bu düzen, siyasi partileri tahrip edecek bir siyaset yapılanmasını getiriyor. Kurumlardan uzaklaşan, kişiselleşen bir tablo. Bence Fransız seçimlerinin en büyük sonuçlarından bir tanesi budur. Bu açıdan bakmak lazım, bu açıdan değerlendirmek lazım diye düşünüyorum.

Bu, kötü bir model. Türkiye’yi düşünerek örneğin, şunu söyleyebiliriz: “Tayyip Erdoğan’ın yerine Kemal Derviş olsaydı örneğin, daha rasyonel, daha akılcı bir adam olsaydı bu sorunları bu sistemde yaşamazdık”… Çok emin olmamak lazım. Çünkü bu tür başkanlık sistemleri kurumlar karşısında şahısları öne iten, istikrarı sağlama iddiasıyla, ikinci turda iki adaydan birini topluma zorla seçtirme mekanizmasıyla yol alıyorlar.

Fransa’daki seçimle ilgili dikkat çekici iki istatistik var. Biri, seçime katılmayanların oranının son yıllardaki en yüksek seviyeye ulaşmış olması. Diğeri ise genç seçmenlerde Le Pen’e büyük bir yöneliş olması. Bu ikisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Fransa’da genel olarak yüzde on beş katılmama eğilimi vardır seçimlerde. Yani yüzde seksen beş civarında bir katılma eğilimi vardır. Belli ki son dönemde yarışan adaylardan ve yarışma biçiminden memnun olmayan bir blok daha ortaya çıkmaya başladı. Oy kullanmayanlar yüzde 28’e ulaşmış durumda bugün. Bu oran siyasetten uzaklaşma eğilimi olarak değerlendirilmemeli. Daha çok, siyasal sistemin, başkanlık sisteminin dayattığı ikili tercih karşısında, farkındalığı yüksek seçmenin bu ikili tercihi reddetmesine dayalı bir katılmama hali var.

Diğer soruna, aşırı sağcı partinin aldığı yüzde 41’5 oy oranına ve anlamına gelelim…

Bir kere, hem oran çok yüksek hem yayılma biçimi endişe verici. Le Pen’in partisinin coğrafi oy dağılımı eski dönemlere kıyasla çok yaygın. Bölgesel yoğunluklu bir parti olmaktan çıkıp ulusal satıhta her yerden oy alan bir parti haline dönmüş durumdalar. Bu hem sağdan hem soldan oy aldıklarını gösteriyor. Alıyor,  zira sağ ve soldaki ayrıma biçimi benzer özellikler taşıyor. Solda “egemenlikçi”, bizim ulusalcı dediğimiz, kendi alanını koruyan, kendi milli egemenliği üstünden siyaset yapan bir anlayışla daha liberal anlayış arasındaki bir ayrışma var. Benzer şekilde sağ tarafta egemenlikçi bakış daha radikal sağa, Le Pen’e doğru gidiyor.

Egemenlikçi ya da küreselci veya liberal bakış bugün temel kırılma eksenini oluşturuyor Fransa’da.

Burada soru egemenlikçilik ve yaşadığı yükseliş…

Bu yükselme temel olarak iki unsura dayanıyor.

Bunlardan bir tanesi kimlik meselesi.

Fransız kimliği, sorusu ile Fransa sınırları içindeki simgeler, imkanlar, haklar arasındaki ilişkisi meselesi öne çıkıyor. ‘Milli sınırları içerisinde ürünler, imkanlar ve istihdamdan kim faydalanmalıdır’, ‘Faydalanırken burada kimlik meselesi belirleyici mi olmalıdır’ gibi sorular bu ilişkiye bir örnek. Kimliğin tabii sembolik kısımları da var. Kim Fransız’dır sorusu önem kazanıyor. Mesela Le Pen camilerde, sokaklarda dua eden insanları, başörtülü kadınları Nazi işgalcilerine benzetiyor. Kimlik, kimlik alanı işgali… Tema budur…

İkincisi yükseliş unsuru mültecilik olarak karşımıza çıkıyor.

Avrupa’ya da başta Suriye olmak üzere Müslüman ülkelerden yüz binlerce mülteci akıyor. Bu da egemenlikçi tavrı, bir içe kapanma halini besliyor. Ve çok kültürlülük fikrinin ağır kriz yaşamasına yol açıyor.

Sonuç olarak şunu söylemekte fayda var ki; popülizmin bir ayağı da bu şahsileşmiş siyasi simalar üzerinden karşımıza çıkıyor. İçe kapanmacılık, egemenlikçilik, ulusalcılık büyük ve büyüyen bir dalgayı ifade ediyor.

- Advertisment -