Etyen Mahçupyan
Meral Akşener’den niçin özür dilemeliyiz?
Akşener belediye başkanları üzerinden Kılıçdaroğlu’nu ve dolayısıyla Masa’yı vesayet altına almayı denemiş gözüküyor. Aynen Bahçeli’nin Cumhur İttifakı’ndaki rolüne benzer şekilde Millet İttifakı’nın sınırlarını çizme hevesinin cazibesine kapılmış (ya da kaptırılmış) olabilir. Tabiri caizse sanki Millet İttifakı’nın ‘Bahçelisi’ olmak istedi ama karşı taraf herkesi şaşırtacak ölçüde maharetli çıktı.
Meral Akşener’e niçin teşekkür etmeliyiz?
Karamsarlığa gerek yok… Aksine Akşener’in bu hamlesiyle muhalefetin de büyük bir fırsat yakaladığını görmekte yarar var. Muhalefet nihayet bir tür ‘Truva atı’ndan, bozgunculuğu siyaset niyetine zorlayıp duran bir ‘partnerden’ kurtulacak. Beşli masa özgürleşecek, daha reformcu, demokratik ve cesur adımlar atma fırsatı elde edecek.
Palavra bağımlısı palavracıdan gocunmazmış!
Hepimiz biliyoruz Erdoğan’ın ‘depremde yıkılan binaların yüzde 98’inin 1999 öncesi inşa edilenler olduğu’ sözünün ne denli gerçek dışı olduğunu ama toplu bir infial üretmiyoruz. Üstelik bunca insanı kaybetmişken ve iktidarın depremle mücadele açısından gerekenleri yapmadığı apaçıkken… Çünkü muhtemelen palavraya düşündüğümüzden çok daha fazla alışkınız. Hatta belki de (kendimize kondurmasak da) palavranın bağımlısıyız…
Şehitliği sorgulamayan, depreme hazırlıklı olabilir mi?
İşin aslı, deprem toplum olarak bizim önceliğimiz değil. Hiçbir zaman olmadı ve muhtemelen bundan sonra da olmayacak. Bir süre konuşulacak ve yine arka plana itilecek. Çünkü hayata olan temel yaklaşımımız hayatı ‘her ne pahasına olursa olsun’ öncelemiyor. (…) Kendimize soralım: Şehitliği sorgulamayan, aksine doğallaştırıp içselleştiren bir toplum, depreme olması gerektiği gibi hazırlanabilir mi? Yaşamı sürdürmeyi ve yaşayanları korumayı tek ve acil öncelik olarak önüne koyabilir mi?
İktidar palavrayı niye seviyor?
Yeni İttihatçılık (aynen ‘eski’ İttihatçılık gibi) gerçek dışı ve arkaik bir hikâyeyi geleceğe matuf ‘gerçekçi bir kızıl elma’ olarak sunuyor. Bu palavraya inandığı ölçüde ve bu inancını sebatla, güçlü bir iradeyle vurguladığı takdirde toplumun da aynı palavranın peşinden gidebileceğini, iktidara destek vereceğini hayal ediyor. Bunun yaratacağı özel psikolojinin cazibesini atlamayalım… Hasreti çekilen bir duygu denizine atlamak gibi... Kişi ve toplumu gerçeklerden kopartan, hayal aleminde gezdiren ama aynı zamanda ‘iyi’ hissettiren bir zihinsel trans hali…
Erdoğan’ın standart menüsü ve muhalefetten beklenen cevap
Muhalefet seçim ortamının iktidar tarafından ideolojik ve psikolojik olarak sonuna kadar ‘sömürülme’ ihtimaline hazır olmalı. İktidar söyleminin üzerine çıkmak için yapılanların yanlışlığına, adaletsizliklere, aklı ve bilimi dışlayan uygulamalara yüklenmek, vatandaşın sıkıntılarını dile getirmek yeterli olmayabilir. Muhalefet toplumun isteyeceği ve gerçekçi bulacağı alternatif bir devlet, millilik, vatandaşlık ve gelecek tasavvuru üretmek durumunda.
“İslam” ve “İslamofobi”: Karşılıklı kolaycılık
İşin özü ötekini anlama kaygısı olmayan iki zihniyetin karşılaşmasıdır. Bir tarafta inancın kamusallaşmasını (giderek hükümranlığını) doğal ve doğru bulan, saygıyı vazgeçilmez bir değer olarak tanımlayan, eşitlik fikrine özünde yabancı olan ataerkillik; diğer yanda inancı bireyselleştirip kamusallığın dışına taşıyan, değerleri göreceli kılan, saygıyı başkasına karışmama olarak gören relativizm.
14 Mayıs: Yeni İttihatçılık meşruiyet peşinde
İktidar, Yeni İttihatçı ideolojik tercihi bu seçim vasıtasıyla onaylatma, ona meşruiyet kazandırma peşinde. 14 Mayıs tarihi bu meşruiyet arayışı için ideal bir sembol. İktidarın ‘Yeter, söz milletindir’ diyerek önümüzdeki seçimleri kazanması halinde ‘Millet’ iktidara gelmiş addedilecek ve muhalefet (ideolojik açıdan) bir bütün olarak ‘Millet’in dışına itilebilecek. O noktadan sonra tek parti iktidarı artık ‘Millet’ in doğal iktidarı olarak sunulacak… ‘Millet’ kendi karşısında gördüğü güçlere ‘Yeter’ demiş olacak ve ülkeyi kendi organik tamamlayıcısı olan iktidara (devlete) teslim edecek.
Yeni İttihatçılık nasıl ‘gerçekçi’ bir tasavvur olabildi?
Yeni İttihatçılık ülkeyi ve insanlarını hastalıklı bir psikolojiye, ilkel bir zihinsel tıkanmaya mahkûm ediyor. ‘Türkleri’ insanlığın birikiminden nasibini almamış, hatta onu ‘bilinçli’ olarak reddeden, kıymeti kendinden menkul bir devletçiliğin peşinde sürüklenen bir güruha dönüştürme hayali güdüyor. Bu fazlasıyla arkaik yaklaşım nasıl oldu da adım adım inşa edilebildi ve halen ülkenin yarısının oyunu alabilecek bir noktada?
Erdoğan giderse devlet ‘bizim’ mi olacak?
Acilciler de ilkeciler de (bilerek ya da bilmeyerek) ayakları biraz havada, romantik bir ‘modern Türkiye’ hayaline yaslanarak günü geçirmenin peşinde görünüyor. Devlet adına irade koyabilen bir bürokrasinin bugün (ve yarın da) faal olacağını veri olarak aldığımızda ise önümüze gerçek anlamda siyaset yapmanın imkânları açılıyor. Her şeyden önce devlet adına irade koyanlar devletin tümünü içermiyor. Bürokrasi ideolojik ve normatif değerlere bağlılık açısından homojen değil…
İmamoğlu’nun adaylığı muhalefetin iktidara kıyağı olmasın?
Biri çıkıp “İmamoğlu’nun muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olarak öne sürülmesi iktidarın ekmeğine yağ anlamına gelir” deseydi nasıl karşılardınız? Herhalde ‘yok artık’ derdiniz. Hemen herkes Erdoğan’ın en çok İmamoğlu’ndan korktuğu, o nedenle önünü kesmeye çalıştığı konusunda hemfikirken, bu türden çıkışlar muhakkak ki ‘pişmiş aşa su’ kabilinden görülürdü. Ancak ben bu yazıda söz konusu önermeyi savunmayı ve okuyucuyu ikna etmeyi deneyeceğim…
Yeni İttihatçılığın mıntıka temizliği: Gayrımüslimlerden İmamoğlu’na
Aylardır İttihatçılık (Yeni İttihatçılık) tespitlerimin üzerine gelen ‘Türkiye Yüzyılı’ vizyonu ve şimdi de İmamoğlu ve HDP’nin üzerine ‘mıntıka temizliği’ mantığıyla gidilmesi (en azından benim açımdan) durumu bariz hale getiriyor. Eğer muhalefet karşısındaki meselenin Erdoğan’dan daha büyük olduğunu, kendi içindeki kırılmaların (oportünist ve kariyerist arayışların) iktidara alan açtığını idrak etmez ve bunları önleyici tedbirler almazsa, iktidar muhtemelen ideolojik onay almış hissederek daha da ileri gidecek…
Yeni İttihatçılığın Müsvedde Tarihi’ne dipnot (ve bir anekdot)
Erdoğan zihniyet, kültür ve ideolojik açıdan zaten devlet ve devletçiliğe uzak değildi. Ama Kemalist laik devlet tasavvuru muhafazakârları dışladığı ve (nihayette) aşağıladığı oranda devlete uzak ‘kalmıştı’. Onun dünyasında devlet, onu ‘şu an’ sahiplenenler ‘yanlış’ olduğu için olumsuz bir etkendi. Nitekim tam da bu nedenle Gülen cemaatinin devlete nüfuz etmesi (2003-2010 aralığında) AK Parti için bir ‘yanlışın düzeltilmesi’ anlamına geldi.
Yeni İttihatçılık: Onurlu faşizme davet
Türkiye Yüzyılı ‘kendimize ait’, ‘bize özgü’ bir faşizm teklif ediyor. Bu faşizmin ne kadar doğru ne kadar yararlı olduğu bir yana, ‘bizim için’ ne kadar normal olduğunun altını çiziyor. Çünkü ‘bizim’ geçmişten geleceğe uzanan hakiki ‘özümüz’ bu… Dolayısıyla ‘kendimiz’ olabilmek için söz konusu faşizmi istekle kucaklamamız öneriliyor. Yaşadığımız (ve yaşattığımız) her anımızda gururla taşıyacağımız, onur duyacağımız bir bayrak gibi…
Basiretli ve dirayetli laf esnafına teşekkür babından…
Erdoğan ile Yavaş’ın (onun gibi birinin) son turda karşılıklı kaldığı bir seçimi en fazla isteyenler muhakkak ki bugün Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı sistemini teklif etmiş ve bürokrasi üzerinde tekel kurmaya meyletmiş olan iktidar ortaklarıdır. Düşünün… Hayati bir seçim var ve hangi aday kazanırsa kazansın aslında ‘siz’ kazanıyorsunuz! Dolayısıyla muhalefetin bir nebze (gerçek anlamda) basiret ve dirayeti varsa, yapması gereken şey bir an önce birlikte yönetme ilkelerinde, cumhurbaşkanı adayında ve cumhurbaşkanının yürütme kadrosunda anlaşmalarıdır.
Sahici ve kalıcı vasatlığın eşiğinde: Haziran’dan sonra erken seçim
Umutlu olmak güzel bir şey ama muhalefet aktörlerinde ve muhalefet tabanında belirgin bir ‘aydınlanma’ yaşanmaz ise, adım adım Haziran sonrası bir erken seçime doğru ilerliyoruz. Bir sonraki seçimin epey farklı aktörlerle yapılma ihtimaline şimdiden kendinizi alıştırın. Türkiye rejimin köklerinden gelen ‘sahici ve kalıcı’ vasatlığı bir ideolojik ve siyasi tercih olarak önünde bulacak ve muhtemelen kendini içinde garip hissetmeyeceği bu yeni döneme, pek de fark etmeden, hızla uyum sağlayacak.
Kendini tanıma ve tarihi anlamanın yolu: Zihniyet
Halil Berktay olağandışı bir iş yapıyor. Siyasi hayatını, ideolojik kabullerini ilmik ilmik yeniden örüyor, büyük bir samimiyet ve cesaretle onları analitik süzgeçten geçirip önümüze atıyor. Kaç kişi bu yazıların öneminin, hak ettiği değerin farkında bilmiyorum… Ama çok fazla olduğunu da sanmıyorum. Nedense insanların bu yazılarla duygusal ilişki kurmakta zorlanacaklarını, kolay anlaşılır bulmayacakları bu davranışı örneğin yaşlılığa, psikolojik arayışlara, hatta ideolojik temel eksikliğine bağlamaya daha yatkın olacaklarını düşünüyorum.
Aptallıkla baş etmede pratik rehber
Cipolla’nın aptallığa dair beş yasası belirli bir insanlık durumu içinde işlev görür. Bir şeyleri yaptığımızda da yapmadığımızda da başkalarıyla etkileşim içinde oluruz. Dolayısıyla hiçbir şey yapmazken bile başkalarını etkileriz. Sonuçta biz de karşımızdaki kişiler de bu etkileşim sayesinde kazanır ya da kaybeder. Ancak söz konusu kazanç ya da kaybı herkes kendi değerleri çerçevesinde tanımlar.
Aydın aptallığı: Normatif gerçekliğin peşinde
Bazı yorumcular meselenin Erdoğan’ın devrilmesi olduğuna, tüm gücün buraya seferber edilmesi gerektiğine inanıyor. Ülkedeki olan ve olmayan her şey doğrusal bir nedensellik bağı ile Erdoğan’ın iradesine bağlanıyor. Bu görüşü bir sokak röportajında okusak yadırgamayabiliriz. Ama kendisine ilave anlama payesi veren kişilerden duyduğumuzda ortada başka bir mesele olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Esas olay siyaseti irdelemek, anlamak değil. İstenen bir sonuç var ve o denli isteniyor ki anlama çabasının risk taşımasından ürküp, sonucu garanti eden bir analiz öneriliyor.
Aptallığın modern hali: Liberalizm ve ötesi
Her ideoloji kendi ön kabullerini gerçeklik mertebesine çıkardığında aptallığın kapısını aralar. Sonrası uygun bir anın, konjonktürün ya da meselenin gündeme gelmesini bekleyecektir. Örneğin Covid-19 da bunu yaptı… Mücadelenin esası korunma ve aşılanma. Başarı herkesin buna uygun davranması sayesinde elde edilebiliyor. Ne var ki liberal ideoloji kişinin kendi kararlarını almasının kutsal bir hak olduğunu vazediyor, tüm kültürel ve yönetimsel gerçekliği buna dayandırıyor. Bu durumda aşı karşıtlarına ne söylenebilir?
Sıradan aptallığın siyaseti istilası
Akıllılığın fazla gerekli olmadığı bir dünyada akıllılığı teşvik eden bir zihniyete gereksinim az olabilir. Ama dünya asgari bir akıllılığı zorluyorsa, bunu önleyen zihniyetlerin maliyeti yüksek olacaktır. Otoriter ve ataerkil zihniyetlerin egemen olduğu zihniyet bileşimleri aptallığı kültürleştirmeye daha teşneler. Böyle bir durumda toplumsal sistem aptallığı ödüllendirebiliyor. Kişisel akıl kurnazlığa, yolunu bulmaya, işini halletmeye indirgeniyor. Fırsatçılık, emri vaki, kendini gizleme, etrafından dolaşma, yağcılık, parsa kapma gibi davranış kalıpları normalleşiyor.
Aptallık niçin bize daha uygun?
Toplum kendisine rehber bildiği kişi ve kurumların peşinden giderken onlara bir hikmet de yüklüyor. Zira aksi halde bu tutumunu kendi gözünde meşrulaştıramaz. Diğer deyişle sadece liderler ya da devlet mekanizması değil, toplum da otoriter ve ataerkil. Dolayısıyla çıkan kararı akli bir irdelemeye tabi tutmak yerine, doğru kabul etmeye daha teşne.
Küçük partiler niçin büyümüyor?
Gelecek ve DEVA’nın ‘sözü’ diğerlerinden çok daha içerikli ve kuvvetli. Eleştirmekle kalmayıp gerçekçi alternatifleri de vurguluyorlar. Dürüstlük, çalışkanlık, bilgi ve akıl açısından rakiplerinden daha avantajlı algılanıyorlar. Lider kadrolar yönetim deneyimine sahip. Ayrıca muhafazâkar tabanla bağlantıları geniş bir potansiyel seçmen kitlesi ile temasta olmalarını sağlıyor. Ne var ki her ikisinin de oyları yüzde 3 civarında seyrediyor. Demek ki bu görünen tabloyu aşan bir başka gerçekliğin içindeyiz ve o gerçekliği anlamadan, ona uygun siyaset geliştirmeden büyüme olmuyor.
Cumhurbaşkanı adayı mı, saatli bomba mı?
Muhalefet ortak bir zemin üreterek seçime gidebilirse, cumhurbaşkanı adayının kim olduğu sembolik bir anlam kazanır ve bu sayede ‘sembolik’ nitelikleri olan birini de aday gösterebilirsiniz. Tersi durumda cumhurbaşkanı adayını seçmekte zorlanırsınız. Çünkü bu yöntem bir siyasi boşluk yaratacak ve o boşluğu cumhurbaşkanı olacak kişi dolduracaktır… Dolayısıyla her aday bir başka partide tedirginlik yaratır, cumhurbaşkanı yapacağınız kişiye güvenemezsiniz, kucağınızda bir ‘saatli bomba’ varmış gibi hissedersiniz.
‘Korunaklı ekonomi’ tahayyülü ve seçimin tarihi
Önümüzde bir ‘ev ödevi’ var: İktidarın zihnini deşifre etmek, bu ekonomik ‘modelin’ siyasi/ideolojik açıdan neye hizmet ettiğini anlamaya çalışmak. Bu ise kendi rasyonalitemizi temel alarak yapılamaz… Çünkü iktidarın rasyonalitesi farklı ve sonraki hamleler ancak söz konusu rasyonaliteyi anlayabilirsek engellenebilir.
Akılsızlık görünmez olursa seçimi kim kazanır?
Muhalefetin her konuda sonuna kadar anlaşması diye bir beklenti zaten olamaz. Ne var ki devlet-Erdoğan bütünleşmesi karşısında asgari ölçekte bir irade beyanına ihtiyaç var. Muhalefetin örneğin basit bir dünya analizinde, Türkiye’nin ‘yeri’ meselesinde, komşularla ilişkide, Kürt meselesinde, sosyal politikalarda, vatandaşlık anlayışında, temel hak ve özgürlüklerde (derin ve kapsamlı olmasa da) ortak bir pozisyon ve eylem haritası üretmesi lazım.
Muhalefet devleti yönetebilir mi?
Acaba yaklaşan seçim tarihsel bir perspektiften bakıldığında neyin seçimi olacak? Siyasi iktidarın mı, yoksa devletin bu özellik ve nitelikleriyle devam edip etmemesinin mi? Muhalefet devletin bazı yönlerinin değişmesini istiyor mu, istiyorsa hangi yönde ve acaba bu değişimin riskleri ne? Partiler arası iş birliğinin hangi derinlikte olması gerektiği veya cumhurbaşkanının kim olacağı gibi konularda doğru kararlar vermek, bu ve benzeri soruların cevaplanmasına, söz konusu ‘ev ödevinin’ doğru yapılmasına muhtaç.
İktidarı ciddiye almadan devirmek mümkün mü?
Muhalefetin dünya siyasetine ve geleceğe ilişkin ‘ideolojik’ tercih ima eden inandırıcı bir söyleminin olmasında yarar var. Başka bir ifadeyle, iktidarın politikasını ciddiye almak durumundayız. Bu politikanın tercih edilme nedeninin ciddi olmadığını düşünsek bile… Çünkü sonuçları ciddi. (…) Bürokrasiye ‘siyasetten anlamayan, Erdoğan’a tâbi cahil vatandaş’ muamelesi yapmanın bedeli ağır olabilir… Bu insanlar bizce cahil olabilir ama sıradan vatandaş değiller. Bunlar Türkiye üzerine fikir ve beklentileri olan, kendilerince ‘doğruyu’ bilen devlet aktörleri…
İktidar yeni bir ‘resmi ideoloji’ öneriyor!
Erdoğan topluma yeni bir gelecek sunuyor. Söz konusu ekonomi stratejisi siyasi bir tercih olmanın ötesinde ‘bir siyasi tercihin’ parçası. Bu siyasi tercihi yaklaşık altı aydır İttihatçılık olarak adlandırıyorum. (…) Ortada bir devlet politikası var. İktidar koalisyonunun bütün tarafları bu yeni doğrultuda anlaşıyor. Ekonomideki tercih siyasi ve ideolojik olanın içine oturuyor. Ekonomi güvenlikle bütünleşiyor ve dış politikanın, ülkenin küresel sistemdeki yerinin kaldıracı olarak işlev kazanıyor.
Siyasi ergenliğin ve çaresizliğin kültü: Atatürkçülük
Atatürkçülerin çocuk kalması, siyasi ergenliği aşamaması, hatta bunu gurur vesilesi yaparak bayramlarda ilkokul çocukları gibi önlük giyip ortalıkta dolanmaları birçoğumuza utanç verici gelebilir. Ama belli ki onlar için değil… Çünkü onlar zamanı durduran hiç bitmeyecek bir çocukluğun özlemi ile yaşıyor, benliklerini liderlerinin zamanı aşan (ilelebet geçerli olacak) olgunluğunda ‘doyuruyorlar’.