Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIŞehitliği sorgulamayan, depreme hazırlıklı olabilir mi?

Şehitliği sorgulamayan, depreme hazırlıklı olabilir mi?

İşin aslı, deprem toplum olarak bizim önceliğimiz değil. Hiçbir zaman olmadı ve muhtemelen bundan sonra da olmayacak. Bir süre konuşulacak ve yine arka plana itilecek. Çünkü hayata olan temel yaklaşımımız hayatı ‘her ne pahasına olursa olsun’ öncelemiyor. (…) Kendimize soralım: Şehitliği sorgulamayan, aksine doğallaştırıp içselleştiren bir toplum, depreme olması gerektiği gibi hazırlanabilir mi? Yaşamı sürdürmeyi ve yaşayanları korumayı tek ve acil öncelik olarak önüne koyabilir mi?

Binlerce insanı kaybettiğimiz bir doğal afetin hemen ertesinde, taşıdığımız büyük duygusal yüke rağmen, niçin hazırlıklı olmadığımızı soruyor, düşünme ve anlama çabasını sürdürmeye çalışıyoruz…

İlk depremin üzerinden henüz 24 saat geçmeden, enkaz altında kalan insan sayısının on binler cinsinden hesaplandığı bir anda, Diyanet tüm illerin camilerinde Sela okuttu. Denebilir ki Diyanet’in işlerinden biri de ölümleri takip etmek ve onların ardından dua okutmak. Diyanet aslında ölüleri daha fazla önemsiyor değil… Kendisini ölmüş olanlarla ilgilenen tek merci olarak görüyor ve bu alanda yapılması gerekeni yapıyor.

Ancak Diyanet’in ölüler için gereğini yaparken henüz enkaz altında yaşamakta olanları ‘unutması’ bize kendimizle ilgili ipuçları sunuyor. Muhtemelen ölüleri yaşayanlardan daha kıymetli gören bir algımız var. Belki de bu nedenle Diyanet bütün yaşayanlara ‘bir süre sonra ölecek’ psikolojisi ile bakıyor ve nitekim bunu mezarlıklara yazdırdığı ‘her canlı bir gün ölümü tadacaktır’ sözü ile hatırlatıyor.

Gerçi işin gerçeği hiçbir canlının ölümü ‘tadamaması’, çünkü öldüğümüzde herhangi bir şeyin ‘tadını’ alma ihtimalimiz yok. ‘Tat’ kelimesinin metaforik olarak kullanıldığını söyleyecek isek yerine kelime bulmakta zorlanacağımızı bilelim. Akla doğal olarak ‘yaşayacaktır’ kelimesi geliyor ve zaten ‘tat’ ile kastedilen de o. Ama o zaman işin ironik temeli daha da belirginleşiyor.  

Mesele ölümden sonra da yaşamaya devam edildiğine dair bir inanca sahip olunması. Bunun kendi başına olumsuz bir yanı yok. İsteyen inanır ve onun inanıyor olması başkalarını etkilemez… Hatta ölümden sonra hayata inanmanın birçok yararından da söz edilebilir. Örneğin ölüm sonrası ‘iyi’ bir hayatı garantilemek için gayret gösterip daha iyi bir insan olunabilir. Ya da bu inanç sayesinde sevdiklerinizin kaybını daha kolay taşıyabilirsiniz. Dinsel inançların insan davranışı ve psikolojisi üzerinde olumlu etkileri olabileceği açık.

Dolayısıyla öteki dünyanın varlığına inancın güçlü olduğu bir toplumda, dini ihtiyaç ve uygulamalardan sorumlu kurumun kendisini ölmüş kişilere karşı sorumlu görmesi de doğal. Fakat burada ilişki daha karmaşık: Selayı ölmüşlerin de ‘duyabileceğini’ varsaysak da onu asıl duyanlar yaşayanlar… Mesele onların da Sela okunmasını doğal ve normal karşılaması.

Bu tespit, bize ‘doğal ve normal’ gelen inanç ortamının yaşamdan ölüme geçişi neredeyse ‘doğrusal’ bir çizgi üzerine oturttuğuna, sanki kesintisiz bir ‘var oluş’ alemi varsaydığına işaret ediyor. İslam bu açıdan özel değil. Neredeyse gelmiş geçmiş bütün inançlar bu yönde bir kabule sahip.

Ancak söz konusu kabul inancın temel önermelerinden biri haline geldiğinde ve söz konusu inanç da hayatın önceliklerini belirlediğinde, dünyevi hayat (yaşam hakkı) araçsallaşıp önemsizleşebiliyor ve ortaya sonuçları açısından sıkıntılı bir ‘akıl yürütme’ çıkabiliyor.

Hayatın amacı, yaşanmakta olanın ötesinde, ilelebet ‘yaşanacak’ olanda aranıyor. Aradaki fark o kadar büyük ki, yaşanmakta olan bir ‘geçiş’, ya da ‘sınav’ olarak görülüyor. Öteki dünyada karşılaşılacak sonsuzluğun ağırlığı altında, bu dünyadaki karşılaşmalar ‘kader’ (bizi öteki dünyaya taşıyacak kaçınılmaz bir yol) olarak kabulleniliyor.

Deprem sonrası attığı mesajda bir profesör şöyle dedi: “Deprem veya binalar öldürmez, Allah öldürür. O da eceli geleni… Depremde ölenler aynı anda Mars’ta bile olsalar yine öleceklerdi. Ölüm mekana değil zamana bağlıdır.”

Önermenin totolojik özelliği açık. Birinin ne zaman öleceğini bilmiyoruz ama öldüğünde ‘demek ki şimdi ölmesi gerekiyormuş’ diyoruz. Dahası, bunun Yaratıcı tarafından önceden belirlendiğine de inanıyoruz. Böylece dünyevi unsurlar tümüyle anlamsız hale geliyor. Deprem örneğinde bütün tedbirler alınmış, evler yıkılmamış olsa bile kaybettiğimiz binlerce insan yine aynı gün hep birlikte öleceklerdi.

Bu önermenin ‘garipliği’ herhalde herkes için yeterince açık olmalı… Ana yine de insanlar kadere inanıyor. Toplu halde olduğunda (hafif tabirle) ‘garip’ gözüken bir önermenin tek tek kişiler için doğru olabileceğini düşünüyorlar. Çünkü kadere inanma rahatlatıcı, ‘tedavi edici’ bir duygu. Derinlikli kişilerde bir tevazu ve olgunluk hali üretiyor. Ama aynı zamanda (tevekkül kılığında) ataleti meşrulaştırıyor. Tehlikelere karşı tedbir almak anlamlı olmaktan çıkıyor, çünkü Yaratıcı zaten sizin ne zaman öleceğinize önceden karar vermiş. Sizin tedbir almanız Yaratıcının iradesini durduramayacağına göre, ne yapsanız boş…

Böylece inanç bilgiyi bastırıyor, önemsizleştiriyor, onu insanın gerçekte anlayamayacağı efsunlu bir aleme gönderiyor. Çünkü bilimsel yolla (yani gözlem, deneme ve akıl yürütme ile) elde edeceğiniz bilgi son kertede gerçeklikle ilgili tali bir unsur. ‘Esas’ gerçeklik Yaratıcının iradesine tâbi ve ‘esas’ bilgi de inançtan neşet ediyor.

Bu kabullerin, gerçekliği anlamaya çalışırken inanç dışında tutunacak dalı olmayan kişilere has olduğunu düşünürsek, yanılırız… Yukardaki alıntıyı paylaşmış olan profesör bir üniversitemizin fizik bölümünde öğretim üyesi. Muhtemelen fizik alanının bir bütün olarak Yaratıcının iradesi altında çalıştığını, her an değişebileceğini, dolayısıyla mucizelere açık olduğunu, bilimin ise mucizelerin olmadığı sürelerde (hikmetini bilemeyeceğimiz) sıradan bilgi kırıntıları vermekle yetinmek durumunda olduğuna inanıyor.

İnancın önermelerini gerçekliğin sahih bilgisi olarak kabullenme, insanı gerçeklikle uğraşmaktan alıkoyar. Karşımızdaki gizem, Yaratıcının temsil ettiği sır o denli büyüktür ki, dünyevi bilimlerin ürettiği bilginin son kertede hiçbir ağırlığı kalmaz. Bu durumda depremle de ‘olduğu kadar’ mücadele edersiniz ve aslında mücadele etmenin hiçbir işe yaramayacağını içselleştirirsiniz. Sonuçta evler yıkılır, insanlar ölür ama bunun nedeni depreme dayanıksız bina yapmak değildir… Yaratıcının iradesi hayatı belirler ve Mars’ta bile olsanız gelip sizi bulur…

Depremin üçüncü günü Erdoğan da bir depremzedeye “bunlar kader planının içinde olan şeyler” dedi ve videosu yaygın şekilde dolaştı. Neyin ‘kader planının’ içinde olduğunu nereden biliyor derseniz, tabii ki bilmiyor ama hayatta ne yaşanırsa yaşansın bunu Yaratıcının ‘planı’ olarak görüyor. Bir cumhurbaşkanı için ne kadar elverişli bir konum! Bütün eksikleriniz, beceriksizlik ve başarısızlıklarınızı kadere yükleyip kendinizi iyi hissedebilirsiniz.  

Bir fizik profesörü veya cumhurbaşkanı için ‘gerçek’ mertebesinde olan bir inanç önermesi, daha ‘sıradan’ insanlar arasında çok daha kolay kabul görecektir. İnancın bütün kabulleri, beklentileri ve önermeleriyle bizlere ‘doğal ve normal’ gelmesi ise, zihniyetimizin bu kabul, beklenti ve önermeleri yadırgamadığına, hatta onları beslediğine işaret eder.

Nitekim doğaüstü varlıklara dayanan bütün inançların dayanağı olan ataerkil zihniyet, varlığın esas olarak tinsel olduğunu ve gerçekliğin her biri kendine özgü varlıkların hiyerarşisinden oluştuğunu varsayar. Gerçeklik hakkında bilgi edinebilme kapasitesini ise söz konusu gerçekliğin zihnimize ‘yansımasında’ arar. Buna göre, zihnimizde oluşan deneyim ve imgelerin gerçekliğinden kuşku duyulamaz, çünkü onlar gerçekliğin doğrudan yansımasıdır. Buradan hareketle inanca dair deneyimler Yaratıcının varlığının ve tüm niteliklerinin kanıtıdır.

Böylece 1) Dünyanın ve hayatın bir Yaratıcı tarafından ortaya çıkarıldığı, 2) tinsel gerçekliğin Yaratıcıdan insana doğru ‘indiği’, 3) İnsanın tinselliğinin Yaratıcının tinselliği ile ilişkili ama onun sadece yüzeysel bir replikası olduğu, 4) Ruhun varlığı ve ölümsüzlüğü, 5) İnancın ‘hakikati’ anlattığı, 6) Dünyevi hayatı önemsizleştiren bir büyük sırrın içinde yaşandığı… ve bunlara eklenebilecek bir dizi önerme, ‘doğal ve normal’ hale gelebilir.

Eklemek gerek ki ataerkil zihniyete sahip olan herkes dindar değil. Ancak dindarların hepsi yukardaki ataerkil kabulleri (farkında olarak ya da olmayarak) içselleştiriyor. Doğum anından başlayarak çevremizle (bilinçdışı) bir adaptasyon ilişkisine giriyor ve birden fazla zihniyeti bir araya getiren bileşimler oluşturuyoruz. Dolayısıyla bütün dindarlar ataerkil zihniyet dışında da zihniyetlere sahip. Ancak inancın güçlü olduğu toplumlarda ataerkillik ortaklaşıldığı ölçüde ‘egemen’ zihniyet haline gelebiliyor ve kültürün ana kodlarını belirleyebiliyor.

Bir zihniyetin ‘egemen’ olması onun ‘doğallaşması’ demek… Dolayısıyla inançsız olanların da geçerli inancı (inançları) fark etmeden, gayret sarf etmeden taşımalarını mümkün kılıyor. İnançsız olanların da ataerkil zihniyete yakın olması, adaptasyon süreci içerisinde onu benimsemesi, inanç önermelerini onlar için de kabul edilebilir bir ‘kalıba’ dönüştürüyor. Söz konusu inancı taşımasalar bile, inanç önermelerini ‘sekülerleştirerek’ sahiplenebiliyorlar.

Ancak eğer durum buysa, deprem gibi ‘kontrol dışı’ (kadere atfedilebilecek) bir fiziksel olaya hazırlıklı olmamamızın da şaşırtıcı gelmemesi, infialle karşılanmaması gerekir.

Düşünün, depremle ilgili nelerin yapılması gerektiğini biliyoruz, her fırsatta tekrarlayıp duruyoruz, uzman teçhizat eğitim gibi konularda eksiğimiz yok veya varsa bile hazırlanmak için yeterli süre mevcut. Ama işin gereğini yapmıyoruz… Acaba niçin?

Lakaytlık, boş vermişlik vesaire sebep değil. Türkiye’nin maddi imkânı var ama başka hedefler ve öncelikler için kullanılıyor. O hedefler ve önceliklere para akarken çok az insan depremi düşünüyor. Aksine, toplum da siyasetçiyi söz konusu hedef ve öncelikler için zorluyor. Ne de olsa depremin ne zaman olacağını bilmiyoruz… Hatta belki olup olmayacağının da bilinemeyeceğini düşünüyorsunuz.

Yani işin aslı, deprem toplum olarak bizim önceliğimiz değil. Hiçbir zaman olmadı ve muhtemelen bundan sonra da olmayacak. Bir süre konuşulacak ve yine arka plana itilecek. Çünkü hayata olan temel yaklaşımımız hayatı ‘her ne pahasına olursa olsun’ öncelemiyor.

Nitekim inanç önermelerinin ‘sekülerleşmesi’ de, insanı bu dünyadaki ‘aşkın’ varlıklar karşısında küçültüyor, önemsizleştiriyor ve ‘kullanıma açık’ hale getiriyor. İnsan hayatının ötesinde (kadim geçmişten sonsuz geleceğe) ömürleri olduğu düşünülen ‘millet’ ve ‘vatan’ gibi varlıklar irade sahibi özneler olarak tasavvur ediliyor. Aynen Yaratıcı gibi, bu özneler de bize bir ‘kader’ sunuyor, ne zaman ölmemiz gerektiğini ve ölümü niçin sorgulamamak gerektiğini söylüyor.  

Sonuçta insan hayatının onu ‘aşan’ varlıklar uğruna feda edilmesini doğal karşılıyor, hatta bu tür davranışları yüceltiyoruz. Din insanı bireysel hayatın ‘ötesine’ taşıyor. Milliyetçilik de insanı bireysel kimliğin ‘ötesine’… Her ikisinde de ‘aşkın’ bir varlık ve gerçeklik kişiyi kuşatıp içine alıyor. Kendinizi kaptırdığınız ölçüde sizi yutuyor…

Bu nedenle dinle milliyetçiliği birleştiren, ya da birini diğerinin içinde eriten ideolojiler insan hayatını ‘küçümsemeye’, gerçekliği insanın ötesindeki ölümsüz varlıklar üzerinden açıklamaya yatkın oluyor. Taliban usulü ‘dinselliğin milliyetçileşmesi,’ söz konusu tutumda uca gidilmesinin bir örneği. Türkiye’de de çoğunluk bu ideolojiye tepki duyuyor, olumlamıyor.

Ancak ilginç bir şekilde tersini olumlu ve yüceltici buluyor. ‘Milliyetçiliğin dinselleşmesi’ (İttihatçılıkta da gördüğümüz üzere) millet ve devlete bir tür aşkınlık ve kutsallık atfediyor, bu varlıklara (yaşamakta olan) kişileri aşan bir ‘irade’ vehmediyor. Bu anlayışı ‘doğal ve normal’ gören insanların kendilerini millet ve devleti ‘taşıyanların’ (rehberin) iradesine terk etmesi şaşırtıcı olmamalı… Millet ve devletin ‘bekası’ temel amaç olduğunda, bunun yanında kişilerin bekası ne kadar anlamlı olabilir? Hatta tam tersine kişisel hayatın anlam kazanması millet ve devlet uğruna harcanmayı ima etmez mi?

Bu bağlamda şehitlik kavramının kullanımına yönelik niçin böylesine büyük bir ‘heves’ olduğunu düşünelim. Büyük ve aşkın varlıklar uğruna ölümün kabullenilmesi nasıl ‘normal ve doğal’ bir olguya dönüşebiliyor? Bundan başka hayatınız yok, ama ondan feragat etmeniz isteniyor. Ve siz de (isteyerek feragat etmemiş olsanız bile) ‘şehit’ olarak anılmayı hayal ediyor, çoluk çocuğunuzun ‘şehit’ olarak adlandırılmasından gurur duyuyorsunuz.

Bu kabulün kolaylığında muhakkak ki şehitlerin ‘öteki dünyada’ makbul kabul edilecekleri inancının da payı var. Böylece devlet ve millet ‘dinselleşirken’ insan feda edilebilir bir araca, feda edilmesi ‘doğal ve normal’ bir varlığa indirgenebiliyor. Nitekim birçok hayat yönetimin ideolojik tercihi (hatta bazen bariz hatası) yüzünden söndüğünde bile ‘şehitliğin’ arkasına saklanılıyor, dünyevi hatalar mazur görülebiliyor.

Şimdi kendimize soralım: Şehitliği sorgulamayan, aksine doğallaştırıp içselleştiren bir toplum, depreme olması gerektiği gibi hazırlanabilir mi? Yaşamı sürdürmeyi ve yaşayanları korumayı tek ve acil öncelik olarak önüne koyabilir mi?

Teorik olarak mümkün denebilir… Ama gerçekliğe avdet ettiğimizde bana (neredeyse) imkânsız gözüküyor. Büyük ihtimalle gelecekte de kâğıt üzerinde gerekenleri az çok yapacak, gerisini kadere havale edecek, doğanın bu kez hafif vurmasını dileyerek günümüzü geçirecek, ölenleri ‘şehit’ ilan edecek ve ‘vatan millet sağ olsun’ demeye devam edeceğiz…

O nedenle gerçekten de depreme karşı ‘olması gerektiği gibi’ bir hazırlık hayal edenlerin önce kendilerine şunu sorması lazım: Ölümü normalleştiren bir milliyetçiliğe karşı sözüm var mı? Varsa, onu söyleme zamanı çoktan geldi geçiyor… Yoksa, deprem konusunun üzerine gitmeniz belki de bir vicdan rahatlatma arayışından, kendinizi aldatmaktan ibarettir.

- Advertisment -