Güzin Sarıoğlu

“Yandaki Oda”: Hayatın uzaması başka şey, ölümün uzaması başka

Kadınlardan biri, Martha (Tilda Swinton), ölümcül devrede kanser hastası. Son ana kadar kanserle cebelleşme fikrini sevmiyor. İyice kötülemeden hapını aldığında “Yandaki Oda”da bir yakını olsun istiyor. Çok anlaşılabilir bir durum. Bu ötanazi hapını buluyor bir yerlerden. Bu iş tamam. Peki yanında kim olacak?

“The Substance” : Yeniden genç olabilmek için her şey mübah mı?

Film hakkında sinema çevrelerinde bir kafa karışıklığı olduğu açık. Feminist okumalar için fazlaca derinliksiz karakterler var bence. Filmin gösterdiği dünya erkek gözüyle bakınca görünenlerden ibaret. Elizabeth ve Sue’nun birbirlerini yok etmelerinden nasıl bir feminist anlatı çıkaracağımızı ben bilemedim.

“Zenci bir Türk olmaktan şeref duyuyorum…”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “ev zencisi” tabiriyle, sanıyorum ki, Instagram’ı ya da genel olarak Batı’yı efendi olarak bellemiş, kendi kararlarını alabilecek kadar bile basiret sahibi olmayan, küçük çıkarlarına düşkün bir insan profilinden bahsediyordu. Bu profilin karşısında devletin bizim için en iyisini bildiğine dair bir güven taşıyan bir başka insan profili var. İkinci profildeki insanların “ev zencileri”nde bulunmayan bazı özellikleri olduğunu düşünmeden geçemiyoruz: özgürce kendi kararlarını alabilen, inisyatif sahibi, gerektiği yerde, masaya elini vurup itiraz edebilen, ilkeleri her zaman çıkarlarından önce gelen, Malik el Şahbaz kardeşimizin tarif ettiği gibi "Başkanımız," "hükümetimiz," "Senatomuz," "kongre üyelerimiz," "şuyumuz, buyumuz." diye konuşmayan, toplumsal menfaatlerimizi düşünürken bile alabildiğine bireyleşmiş insanlar bunlar, demek ki.

Gebertmek, katletmek, öldürmek, itlaf etmek, uyutmak, ötanazi…

“Sokak köpeklerinin öldürülmesine karşıyım” diyenler, “itperest” ilân ediliyor. Çünkü köpek deyince aklımıza ilk gelen sözcüklerden biri “sadakat” iken “it” deyince eşdizim “dalaş”a doğru kayıyor. Üstüne bir de “perest” eklenince, neredeyse meczup insanları canlandırıyoruz kafamızda. “Herhangi bir grubun ya da canlının yaşama hakkını savunmak için ona tapmamız mı gerekiyor?” diye sormayı yasaklıyor kutuplaşmak. İnsan hayatına duyarsız olmakla suçlanmak an meselesi.

Reyhane Cebbari: Anneciğim, sevgisini içime ektiğin bu ülke beni hiç istemedi

Reyhane Cebbari, iki yılı yargılamadan oluşan yedi yılın sonunda 25 Ekim 2014’te idam edildi. 2009’da idam hükmünün verilmesiyle birlikte, uluslararası kamuoyu, İran’dan ve dünyanın dört bir yanından kadın hakları aktivistleri büyük kampanyalarla adil yargılama talep ettiler. Ne kadar durulabilirse o kadar Reyhane’nin arkasında durmaya çalıştılar. Ama karşılarında sağır ve kör bir yönetim vardı. Umudumuz yine güzel gülüşlü Reyhane’nin, Reisi ve benzerlerinin adil olarak yargılandığını ve cezalandırıldığını izlediği bir cennet tasavvuruna kalıyor.

Anayasal monarşiye geçiş: Hiçbir sebep yoksa bile mutlaka bir sebep vardır!

Geçen haftanın en “tatlış” Twitter konularından biri “Anayasal Monarşi ve Türkiye” başlığı altında toplanabilecek tweetlerden oluşuyordu. Peki, Erdoğan zaten halihazırda “Head of State” olduğuna göre, anayasal monarşi ile birlikte yetkilerinin kısıtlanması hedeflenmekte olabilir. Çünkü bu sistemde, Türkiye’deki mevcut Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile karşılaştırıldığında “Head of State”in yetkileri neredeyse ortadan kaldırılmakta ve görev sembolik hale dönüştürülmek istenmektedir. Erdoğan’dan sadece törenlerde boy göstermesi, keskin bir tarafsızlık içinde devleti bir imaj olarak temsil etmesi, Hükümetten zaman zaman bilgi almakla yetinmesi, yabancı diplomatlarla nezaket görüşmeleri yapması vs beklenecektir. Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile kazanılan hız feda edilmek isteniyor olabilir mi?

Sağlı sollu kroşelerle Kızıl Goncalar

“Kızıl Goncalar” için klişelerle dolu diyebilir miyiz? Kesinlikle evet… Ama yapımcılar, yönetmenler, senaristler ne yapsın? Hem satacak, hem anaakım medyada gösterilecek hem de çekimlere devam edilebilecek. O zaman herkese göz kırpmaktan, her kesime bir nebze olsun ferahlık saçmaktan ya da sayılamayan yumrukları her bir yöne savurmaktan başka bir çare kalmıyor. Kızını okutmayan tarikatçi baba bir yanda, İmam Hatipler için ölen biten sekülerler diğer yanda…“Kızıl Goncalar”, ifade özgürlüğünün olmadığı yerde işte böyle sağlı sollu kroşelerle vuruyor izleyiciye

“Erkek mağduriyeti”nde dezenformasyon…

Üç yazı boyunca nafakada “erkek mağduriyeti” söyleminin nasıl sadece ve sadece dezenformasyona dönüştürüldüğünü, sağ duyuyla bağının nasıl kesildiğini anlatmaya çalıştım. Bu dezenformasyon sürecini, rasyonel olmayan tartışma zeminini kabul etmek gibi bir seçenek yok. Zaten bu sürecin ya da daha doğru bir ifadeyle dezenformasyon sefaletinin herhangi bir vicdanî sonuca yol açmasının ya da çözüm getirmesinin de mümkün olmayacağı çok açık.

“Erkek mağduriyeti”nde dezenformasyon sefaleti: Nafaka nedir?

“Babamız” başka hayatlara yelken açmak isterse, sıkılırsa, fiziksel ve psikolojik şiddet uygulama hakkını kendinde bulursa, bir zamanlar “evin hanımı” ve “kutsal anne” olan bu kadın ve “en az üç çocuk” ya da çocuklar ne yapacak? Kadın hem çalışmasın, çocuklarını kimseye bırakmayıp büyütsün, evine tapsın, yarını yapsın hem de ekonomik olarak bağımsız bir hayat kurabilsin... Bütün bu görevlerden azade erkeklerin bile bunca zorlandığı ekonomik hayatta kadınlara yüklenen bu kurgunun neredeyse imkânsız olduğu yeterince açık değil mi? Erkekler, kadınların ne kadar kötü koşullarda olurlarsa olsunlar, boşanmayı göze alamamalarını, “çocukların annesi” olarak bir kenarda ömür tüketmelerini istiyorlar.

“Erkek mağduriyeti”nde dezenformasyon sefaleti…

Bir çoğumuz geçen hafta ortaya çıkan bir “sansasyonel erkek mağduriyeti” haberi ile Erkekleri Koruma Derneğinin farkına vardık. Sosyal medyada ve daha sonra da çeşitli yayın mecralarında çıkan habere göre, “81 yaşındaki Züftü Şirin nafakasını ödemeyi unuttuğu için ağlayarak cezaevine girdi.” Haber her yerde döndü durdu ama ayrıntıları, olguları öğrenme imkanımız olmadı.

Ramy: New Jersey’de Müslüman bir genç olmak…

Oraya gidince memleketin birçok açıdan hiç de uhrevî sayılamayacağını anlıyor Ramy. O ilim irfan sahibi olduğu sanılan akrabalar sadece Ramy’nin getirdiği hediyelerle ilgileniyorlar. Daha ilk günden Ramy’i Amerika’da bol bol bulunan zincir restoranlarda fast food yemeye götürmeye çalışıyorlar. Yaşıtları “dejenere” Amerikalılarla yarışacak düzeyde, üstelik de bu sefer sadece taklit bir Batılılık içinde. Belki Amerika’da olduğundan daha da “haram” bir hayat yaşanıyor Mısır’da. Devir, işini bilme, kendi çıkarların için herkesin üzerine basıp geçme, en önemlisi de her şeyi yapıp hiç “suçluluk” duymadan “iyi bir Müslüman” olmaya devam ettiğine kendini inandırma devri.

Dikkat! Pespembe “Barbie” deneyimi sizi ummadığınız hislere sürükleyebilir!

Pembe tişörtlü, pembe şortlu, pembe küpeli, pembe tokalı gençler sıradışı bir hareket serbestisi içinde. Nedense çok da uzun olmayan reklamlardan sonra film başlıyor, 10 dakika geçiyor, 20 dakika geçiyor, bir türlü yerleşemiyoruz. Deprem efekti yaratan güçlü adımlarla koltukların yanındaki geniş basamaklı merdivenleri dolayısıyla oturduğumuz koltukları sarsa sarsa inip çıkıyorlar. Sonuçta Tarkovski izlemeyeceğiz, “Barbie” bu filmin adı diyoruz kendimize ama bu kadarı da, insana kendini azıcık dinozor hissettiriyor. Ama gevşeyelim, tadına varmaya çalışalım bari. Her türlü fikre açık olmak da bizim kuşakların ayrı bir görevi ne de olsa.

Varolmanın hafifliğine mi ağırlığına mı dayanmak zor?

Kundera, istisnaları bir kenara bırakırsak, “doğal olarak”, kendine solcu, sosyalist ya da Marksist diyen birçok kişi tarafından pek de sıcak karşılanmadı ülkemizde. Bıçkın solcularımız hemen Kundera sevmeyi “bir nev’i” yasakladılar, severek okuyanları küçümseme yarışına girdiler. Zaten hemen sonrasındaki yıllarda, duvarın yıkılması, Sovyetlerin çöküşü vs de, tahmin edilebileceği gibi, onları hiç bağlamadı. Her zamanki gibi biz anlamak isteyenler takıldık kaldık bu konulara.

Mahallemizin en neşeli abisi Özkan Uğur

Ölüm haberinin ardından sosyal medyada Özkan Uğur’un mahallemizin Özkan Abisine dönüşmesinden anlıyoruz. Nostalji insanı iyi duygularla ama kaybettiklerimizin farkına vardırarak oyalayan bir şey çoğu kez. Özkan Uğur, orada, özlemini duyduğumuz geçmişin ortasında, bakkalın kapısının önüne koyduğu ahşap sandalyede uzaktan anlaşılan neşesi ve hayat sevgisi ile oturuyor.

Fidan Terzioğlu: Yapay zekâ filmlerine tasavvuf gözüyle bakınca ne görürüz?

Doğal felaketler, ekonomi, seçimler, bitmek tükenmek bilmeyen siyasî saçmalamalar ve çığırtkanlık, kutuplaşmanın en uç noktaları…Seçimlerin ikinci turunun hemen ardından, Metis Yayınlarından Fidan Terzioğlu’nun yazdığı bir kitap çıktı: “İnsanı İnsan Yapan Nedir? / Yapay Zekâ Filmlerine Tasavvuf Gözüyle Bakmak.” Fidan Terzioğlu’nun bu kadar akıcı ve ikna edici bir şekilde oluşturduğu yapay zekâ – tasavvuf ilişkisiyle kavramak benim için heyecanlı ve zihin açıcı oldu. Örneğin, “belli başlı bilimkurgu filmlerini izlerken hissettiğimiz tuhaflık ve tekinsizlik duygusu”nu biliyordum ama bunun tasavvuftaki “bilinmediği bilinmeyenle karşılaşmak” bağlamında açıklanması zihnimi berraklaştırdı.

Taha Duymaz: “Ulannn hayattttt”

İlk videosu ekmek tarifi, ikincisi muhallebi. Plastik leğenlerde hamur yoğuruyor, eski tencerelerde yemek yapıyor. Kısa sürede birtakım “yemek videosu” gereklerini de yerine getirmeye başlıyor, tabii ki hemen öğreniyor sezgileriyle. Bir elinde bir bardak süt, diğerinde bir bardak un, dans eder gibi hareketlerle tencereye aynı anda döküyor. Yemek yaparken, video çekerken kendinden memnun, ama ağlama krizleri devam, “içimden atamıyorum” diyor, “çok duygusalım”.

“The Banshees of Inisherin”: Çatışmalar olmasaydı, olmaz mıydı?

O kadar az insanın yaşadığı bir adada yıllarca sürdürülmüş bir arkadaşlığın sona ermesini kabul etmek kolay mıdır? Pádraic için hiç kolay değildir. Hayatının tanımını değiştirmek gibi bir şey. Anlayabildiği hiçbir neden olmaksızın hem de. Pádraic inkâr dönemini sündüre sündüre yaşıyor. 1 Nisan şakası mı yoksa olan bitenler?

Hoşçakal Ayşecim…

Hep öyle olur ya, benim de Cuma günü aklımda hep Ayşe. WhatsApp mesajlarıma cevap vermiyordu bir süredir. Son giriş tarihi 20 Aralık. Durum açık, mutlaka cevap verir, arar çünkü. Urla’da bir toplantıdan çıktım, Ayşe’nin bana öğrettiği pastaneden nefis çöreklerden alıp yedim. Ömer’e mesaj yazdım. Kısa bir süre içinde haberi aldım. Ömer’in üzüntülü sesini de duydum üstüne.

“Ayrılma Kararı”: Kimin geçmişi pirüpak ki?

Film artık bir cinayet filmi değildir sadece. Aynı zamanda, hem de daha büyük ölçüde, bir tutku filmi hâlini almıştır. İçiçe geçmiş çok sayıda hikâye artık hem cinayet hem de tutkulu bir ilişki hakkında fikirler vermektedir. Bu arada “tutku” deyince aklınıza Batı filmlerinin cinsellik hakkındaki düz ve kaba takıntısı gelmesin. Bu “tutku” gayet Doğulu, gayet incelikli bir takıntıya sebep oluyor.

Sıcak Kafa: “Edinilmiş akıl yürütme yoksunluğu sendromu”yla başa çıkabilecek miyiz?

Devlet, sorunun gerçekten çözülmesi ile ilgilenmiyor, oradan oraya uzanan çok sayıda koluyla yine yeniden sadece kendisiyle meşgul, bildiğimiz güvenlikçi politikaların arkasından koşuyor. Devlet adamları aşina olduğumuz kişisel çıkarların, boş ideolojilerin peşinde. Salgın ilerledikçe, sıkı güvenlik önlemleri alınıyor, abuklar izole edilmeye çalışılıyor ve kentin bazı bölgelerine hapsediliyorlar. Böylece abukların hayatları hiçe sayılırken, “abuklamalar” henüz kontamine olmamış insanlardan uzak tutulmaya çalışılıyor. Devlet hastalığa bir çare bulmaktan gittikçe kopmuş. Salgınla Mücadele Kurumu ve Kanunu sertleştikçe sertleşiyor.

Dünya Kupası Katar’da olunca …

Fikirlerin, daha da önemlisi yargıların havada uçuştuğu günümüz dünyasında, futbol severlerin çoğunluğu, Katar 2022 Dünya Kupasında biraz çekingen, biraz “Allah affetsin” modunda. Kimisi solculuğunu sorguluyor, Katar’da bunca insan turnuva için yapılan inşaatlarda ölmüşken, siyasal İslamcılar turnuvanın Katar’da düzenlenmesini Batılı değerlere karşı bir zafer olarak gösterirken, haktan adaletten taviz vermemesi gereken bir solcu nasıl olur da kendini maçları izlemekten alıkoyamaz? Yaşadığı sevinç ve heyecan biraz ayıp kaçmıyor mu?

Atacama Çölü, yıldızlar, Pinochet döneminin bozulmayan cesetleri…

Coğrafi koşullar canlıların yaşamasına uygun değil ama ölü bedenlerin uzun yıllar bozulmadan kalmasına çok uygun. Yani mumyalanmış gibi, neredeyse öldükleri andaki hallerinde çok uzun yıllar durabiliyorlar. Kuru ortam cesetlerin bozulmamasını sağlıyor. 19. yüzyılda madenlerde korkunç koşullarda çalışırken iş başında ölenlerin cesetleri neredeyse canlı gibi. Filmde bile olsa, görünce gözlerimizi ayıramıyoruz.

Katharina, Rahim ve Nahit: Adaleti nerede arayacağız?

Adalet hissi belki hiç olmadığı kadar zedelenmiş durumda Türkiye’de. 1 Kasım 2022’de Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan 123 bin bireysel başvurunun olduğunu belirtiyor, "Dünyanın hiçbir anayasa mahkemesinde, hiçbir ulusal insan hakları mahkemesinin önünde bu kadar başvuru yok" diyordu. Bunlar belki de, hâlâ içinde bir parça umut taşıyanların başvuruları. Mecali kalmayanların sayısını bilmiyoruz…

“Cici” niye olmamış?

Bir zamanlar Almanya’da “bir göz” odada yaşayarak para kazanmış olan Bekir (Yılmaz Erdoğan) artık köyüne geri dönmüştür. Köyün uzak bir köşesinde kocaman bir arazide karısı Havva (Funda Eryiğit) ve üç çocuğu ile yaşamaktadır. Kendi kimsesizliğinden dem vurup öksüz ve yetim bir çocuk olan Cemil’i de aileye büyük bir şefkatle kabul eder, çocuklarına “artık dört kardeşsiniz” der.

Roger Waters, savaş karşıtlığı, “antiemperyalist” kafa karışıklığı…

79 yaşındaki Roger Waters’ın tüm bu savaş karşıtlığı hikâyesinin Putin sempatisi ile nasıl birleştiğini anlamak da artık çok zor gelmiyor bana. İçeriği büyük ölçüde boşaltılmış ve hatta tersyüz edilmiş “antiemperyalizm” kavramını tekrarlayıp durunca kendini hâlâ kahraman gibi hisseden ve sırf bu yüzden içten içe Putin sempatizanı hâline gelenler var dünyanın dört bir yanında. Roger Waters onların kafası karışık sıradan bir temsilcisi sadece. Bunca görmüş geçirmişliğin içinde daha sakin ve sağ duyulu bir ses bekliyoruz belki ama nafile…

Ali Kemal Çınar: Diyarbakır’daki şehirlilerin “yakın plan” hikâyeleri

Orada o büyük mesele dururken de doğal olarak Kürt yönetmenler politik sorunlarla bağlanıp kalıyorlar. Ali Kemal Çınar, ama, bu meselenin hiçbir zaman “iç rahatlatıcı” hâle gelemeyeceğini düşündüğünden olsa gerek, onu bir kenara bırakıp kendi içine, insanın içine bakmayı, orada gördüklerini anlatmayı tercih ediyor. Bu minvalde “Kürt sineması” diye bir tanım yapılmasının sınırlayıcılığına dikkat çekiyor. Toplumsal olanın geniş kadraj mecburiyetini arka plana atıp, yakın plandan şehirli Kürtlere bakıyor. Bence ufuk açıcı bir bakış bu. Çünkü, biraz da klişe hâliyle, “politik kimlikler” kişisel olanı saklamakta birebir.

Fatih Terim harikalar diyarında…

Gizlemek, anlatmamak, sansürlemek, cımbızlamak mübah. Aile içinde okey oynarken bile yenilmeyi içine sindiremeyen, kulüp başkanı ona “eleman” dediği için bir kalemde Galatasaray’ı silebilen Fatih Terim’in azıcık eleştirilmesi söz konusu dahi edilemez. İstediğiniz kadar mantık hatası olsun, fark etmez, prensip olarak en beğeneceği sözlerle övmek gerekir. O bir “imparator”dur. İmparatorların sadece başarılarından konuşulur, onlara layık olunmaya çalışılır. Şiddete eğilim, mekan basma, futbol kültürünü spordan savaşa dönüştürme, izaha muhtaç politik konumlanmalar vs… Bunlar biz sıradan “kul”ların sorgulanabileceği alanlardır.

12 Eylül, “Beynelmilel” ya da muhayyerkürdî makamında Enternasyonal…

12 Eylül darbecilik tarihimize adını istemediğimiz kadar parlak altın harflerle yazdırdı, kendisini hep hatırlattı, hiç unutturmadı. 42 yıl sonra 12 Eylül’ü bir daha düşünmek, darbe günlerindeki hayatla günümüz arasında bağ kurmak isteyenlere sade, sevecen ama sert bir film olan “Beynelmilel”i izlemelerini öneririm; bir içli uzun hava dinlemiş gibi olacaksınız.

Emrah Serbes’in ‘T’sinden daha mı önemli?

Yine yeniden delikanlılığın kitabı yazıldı, dizisi çekildi. Buyrun, okuyun, buyrun izleyin. Behzat Ç. amirimiz bakalım kimlere haddini bildirecek? Bize ne biçim hayat dersleri verecek? Belki vicdanı, aşkı, bu hayatta adaleti sağlamayı, güçlülerin de ne kadar mahzun ve kırılgan olabildiğini, büyük dertlerle uğraşırken insan olmanın zor olduğunu anlatacak. Buyrun, içlenerek izleyin. Ama hiç olmazsa, şunu aklınızdan geçirin: Keşke Emrah S. bir kurgu karakter olsaydı da Behzat Ç.’nin ona haddini bildirdiğini, bir romanda ya da dizide de olsa, görseydik.

Pippa Bacca: Karanlık dünyada bembeyaz bir iz…

Mubi’de, hakkında bugüne kadar da çokça şey okuduğum, o yıllarda hepimizi derinden sarsan Pippa Bacca hakkındaki belgeseli izliyorum: “I’m in love with Pippa Bacca”, Türkiye’de “Barış Gelini” olarak gösterimde. Film, Pippa’nın katilinin cinayeti işledikten sonra yakalanana kadar geçen zaman zarfında Pippa’nın kamerasıyla çektiği akrabasının düğününün hazırlık görüntüleri ile başlıyor. Bu bir roman olsaydı, yazar böyle sahneler eklemezdi kitabına, bir kurgu için çok abartılı. Ama gerçek hayatta olmuş işte.