Hakan Şahin
Zimbardo’nun Stanford deneyinden Le Guin’in Omelas’ına: Kötülüğe göz yummanın kötülüğü
Le Guin'in Omelas’ı ile Zimbardo'nun Şeytan Etkisi’ni bir arada okumak insan doğası, hukuk felsefesi, etik, kötücüllük ve kötülüğe göz yumma dinamikleri üzerine yeni bir çerçeve sağlayabilir. Her ikisi de bireylerin ve toplumların verdiği ahlakî ödünleri farklı perspektiflerden sorguluyor; Le Guin bir mini-ütopyanın merceğinden, Zimbardo da sıradan insanları kötücül eylemlerde bulunmaya iten psikolojik mekanizmalar üzerinden.
“Ordunun ibişleşme tehlikesi” ne durumda?
“Ordunun ibişleşme tehlikesi” ne durumda?
Başlıkta geçen “ordunun ibişleşmesi” tabirini ilk kullanan, emekli kurmay albay ve halen Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Tarih Bölüm başkanı Hasip Saygılı olmuştu. Sonrasında da kullanan olmadı bildiğim kadarıyla.Aslında hem bu yazıyı yazmayı aklıma düşüren, hem de Hasip Saygılı’nın yazısını bana hatırlatan şey, daha birkaç gün önce, 10 Ekim’de Polatlı’da gerçekleştirilen aslında gayet rutin bir ateş destek koordinasyonu tatbikatının birçok televizyon kanalından canlı olarak ve uzun uzun verilmesine duyduğum şaşkınlık oldu. Ordunun bir seyir nesnesi olarak araçsallaştırılması gibi bir şeyle karşı karşıyaydık galiba.
Teğmenler olayı siyaseten cezalandırmayı gerektiren bir nitelik taşıyor mu?
Müyesser Yıldız’ın naklettiği bilgilere göre, 2024 mezunu teğmenler, tıpkı 2023 mezunu teğmenler gibi, 29 Ağustos 2024 gecesi bir “devre gecesi” yapmak istiyorlar. Tören alanında değil, kendi öğrenim gördükleri tabur binasının iç bahçesinde. Gece. Kendi aralarında. Ancak komutanları bir önceki yıl yapılan bu etkinliğin yapılmasına bu kez izin vermiyorlar. “Teğmen heyecanı” bu aşamada şöyle düşünmüş olmalı: “Bize eğer bunu da yaptırmıyorsanız, biz yapacağımızı biliriz.” Bende oluşan son kanaat, bu olayda siyasal ve ideolojik bir tavrın olmadığı, bu olayda belirleyici olan şeyin bir tür “teğmenlik gururu” olduğu. Başkomutanlık makamının temsilcisi Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğu genç ve heyecanlı teğmenlerde değil, tecrübe sahibi kişi ve makamlarda aramasını umuyorum.
Teğmenler yemini olayında gözlerden kaçan önemli ayrıntı
Sadece ben değil, görebildiğim kadarıyla herkes o ayrıntıyı atladı. Fark ettiğim bu şey, olayın oluş biçimine, olguya, maddi gerçeğe ilişkin çok temel bir detay. Bu ayrıntı, teğmenler yemini olayının gerçekten gelenekselleşmiş bir ritüel olup olmadığını da açıklayacak nitelik ve önemde. Resmi yemin töreninin ardından teğmenler program gereği Kara Harp Okulu içindeki Malazgirt Taburu binasına gidiyorlar. Teğmenlerin bir kısmı, gittikleri binada 5-10 dakika durduktan sonra, 500 metrelik yolu tekrar yürüyerek tören alanına geri geliyorlar, kılıç çatıp, eski yemini ediyorlar.
2233 yaşında olduğu söylenen Kara Kuvvetleri’nin Subaylık Yemini neden 29 yıllık?
1995 yılında Kara Harp Okulunu birincilikle bitiren teğmen, törende yapmak için hazırladığı konuşmasının bir bölümünde, yemin olarak kullanılan satırlara yer veriyor, dönemin Okul Komutanı Tümgeneral Yaşar Büyükanıt da bu satırları çok beğenince, bunun sonraki yıllarda subay yemini olarak kullanılmasına karar veriyor. Ta ki 2023’e kadar. 2023 yılında bir gün, kim olduğunu henüz bilmediğimiz biri bu metni yönergeden kaldırıveriyor. Kolay kurulan, kolay kaldırılıyor.
Tahkikat derinleşiyor. Teğmenler olayında yeni bağlantı: Samsa Tatlıları
Benim gözlemim siyasi iktidarın sekiz yıldır sürdürdüğü yeni yapısal düzenlemelerin, Harp Okullarının habitus’unu inkıtaa uğrattığı şeklinde idi. Bu varsayımımın gerçeği tam olarak kavramadığını anlıyorum şimdi. Birtakım süreklilikler yine de söz konusu imiş. Sekiz yılın sonrasında, teğmenlerin böyle bir şey yapabilmesinin arkasındaki tek değil ama temel dinamiklerden birinin ne olduğunu da kavramış bulunuyorum. Ve bunu, tahkikatı derinleştiren mercilerle de paylaşmak istiyorum: Samsa tatlıları!
Hava Harp Okulu birincisi İkra teğmen, Kara Harp Okulu’nda edilen “o” yemini etti mi?
2024 Ağustos’u, Adnan Tanrıverdi’nin Erdoğan tarafından onaylandığı anlaşılan TSK tasarımı açısından ilginç ve belki makus bir yıl oldu. Sanki, Tanrıverdi’nin Erdoğan tarafından sahiplenilen öngörüleri “saha”da tıkanmış gibiydi. Kara Harp Okulu’nda bir grup teğmen, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyerek ortaya çıkmış ve “o” yemini etmişti. Yetmezmiş gibi, her üç Harp Okulu’nu birincilikle bitirenler kadın teğmenlerdi. Daha da yetmezmiş gibi, içlerinden biri bile tesettürlü değildi. Üç kadın teğmenin başarısını Kara Harp Okulu’ndaki olayla da ilişkilendirerek bayraklaştıranlara, yer yer Tanrıverdi’nin düştüğü biçimsellik tuzağına düşenlere de şu soruyu sormak gerek: Hava Harp Okulu birincisi İkra teğmen, Kara Harp Okulu’nda edilen “o” yemini etti mi? Etmediyse neden? Ve bu ona bir halel getirir mi?
Kara Harp Okulu’ndaki “Subaylık Yemini” olayı
Kara Harp Okulu mezuniyet töreninin resmi kısmında ant içen 960 mezun teğmenden 300-400’ü törenin ardından kılıçlarıyla bir araya geldi ve bir saat önce zaten kendilerine ant içirmiş dönem birincisi eşliğinde “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganı attıktan sonra ant içti. Bu andın adı Subaylık Yemini. Bu ant eskiden törenin resmi kısmında içiliyordu. İnternette “Harp Okulu mezuniyet töreni” aramasıyla yapılacak bir gezinti bu “Subaylık Yemini’nin” 2016’dan itibaren ortadan kalktığını gösterecektir. Subaylık Yemini’ndeki “laik, demokratik Cumhuriyet” ve “karşılarında bizi bulacak”, “kılıçlarımız keskin ve hazır olacaktır” gibi ibareler kimileri için rahatsız edici olmuş olmalı. Yani Teğmenler, tarihsel olarak gelenekselleşmiş ancak son yıllarda “yasaklı” hale gelmiş bu andı içmek konusunda bir kararlılık göstermişler. Dolayısıyla “bu rutin bir uygulama mı?” sorusuna, “hayır” ve arkasından “geçmişte rutin olan bir uygulamanın yasaklanmasına yönelik rutin olmayan bir direnç” cevabını verebiliriz.
Samsa tatlıları, Armutalan sırtları ve Harp Okulları
Rektörü Prof. Dr. Erhan Afyoncu Türkiye-Avusturya milli maçından sonra o malum X paylaşımını yapmasaydı, çoğumuz Milli Savunma Üniversitesi’ni unutmuş olmaya devam edecektik. Türkiye siyasetine etki eden habitusunu, aralarındaki grup bağını fiziksel ve tarihsel olarak kıracak biçimde araya serpiştirilmiş sivil (“yabancı”) yöneticileri ile Milli Savunma Üniversitesi fikri, Harp Okullarının uzun tarihsel hikayesini inkıtaa uğratmak üzere atılmış bilinçli ve stratejik bir adımdı. Bu, Türkiye’nin rejimi açısından da hayatiydi.
TSK ile ilgili torba kanun neler getiriyor, neler söylüyor?
Torba yasanın içinde yer alan kimi düzenlemeler disiplini, mobbing’e dönüşmeye çok elverişli bazı yasa hükümleriyle tesis etmeyi tercih etmiş görünüyor. Bu tedbirlerde, Suriye ve Irak’ta yürütülen askerî operasyonların özellikle Kara Kuvvetlerinin alt rütbeli subay ve astsubayları ile uzman erbaş ve sözleşmeli erleri üzerinde yarattığı mesleki yorgunluğun etkili olduğu söylenebilir.
“Yedek çıkarma bölgesi, Zırva Tevil plajıdır”
Anlaşılan o ki hem siyasi iktidar hem de asker yöneticiler, güvenlik politikaları alanına uzmanlıklarına dayalı kamusal katkı yapmak ve demokratik eleştiri getirmek isteyen eski askerleri susturmak ve bu alanı ya “dokunulmaz” kılmak ya da bu alanı sadece “makbul” eski askerlerin var olması için boşaltmak istiyorlar.
Seferberlik Yönetmeliği ile ilgili yanlış bilgiler ve abartılı yorumlar dolaşımda
Seferberlik ve Savaş Hali Yönetmeliği 22 Mayıs’ta Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Tamamına yakını “muhalif” mecralar olmak üzere, çeşitli haber/yorum sitelerinde ve sosyal medya hesaplarında konusu yönetmeliğin yürürlüğe girişi, doğru olmayan çeşitli bilgilerle ve bazen de abartılı yorumlarla verildi. Örneğin “Savaş ilanı yetkisi cumhurbaşkanına geçti.” Yanlış. Bu ibare, savaş ilanı ile seferberlik ilanını kavramlarının karıştırılmasından kaynaklanıyor olmalı. Anayasa’ya göre “Savaş ilanına Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından karar verilir.” “Seferberlik ilanı yetkisi cumhurbaşkanına geçti.” Kısmen yanlış. Çünkü…
31 Mart sonrası iktidar bloğu ve ordu
AKP iktidara geldiğinde bir “kapalı kutu” olan ordu, bütün o sivilleşme çabalarına rağmen kapalı bir kutu olmayı sürdürmekle kalmayıp daha da içine kapanmış durumdadır. Öyle ki, bir zamanların “Genelkurmay gazetecileri” bile mevcut değil. “Yeni bir ordu" fikri etrafında konsolide olmuş ve artık yatışmış bir kurum görüntüsünün ima ettiği gerçekliğin ordunun ideolojik ve sosyolojik kılcallarında ne düzeyde geçerli olduğunun bilgisinden mahrumuz.
“Kanı hızlı akan ateşli bir devre”
10 Kasım günü Tuzla Piyade Okulu’nda gerçekleşen olaya karışan hem kursiyer teğmenlerin hem de olaya müdahale eden görevli subayların disiplin soruşturmasındaki ifadeleri yayınlandı. Bu ifadelerdeki anlatımlar bize sadece olayın kendisiyle ilgili değil, subayların bir soruna yaklaşma ve onu çözme biçimleri üzerine olduğu kadar TSK’nın genel gidişatı hakkında da ipuçları veriyor.
“Teğmen Cuntası” mı, Atatürkçü subaylara yönelik bir kumpas mı, münferit bir vaka mı?
İddiaya göre İstanbul’daki Piyade Okulu’nda bu yıl yapılan 10 Kasım Atatürk’ü anma etkinlikleri sırasında bazı teğmenler yakalarına Atatürk fotoğrafı takmayı reddetti. Yine iddiaya göre, bu duruma diğer bazı teğmenler (devre arkadaşları) tepki gösterdi ve teğmenler arasında arbede çıktı. Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, 16 Aralık’ta basın kuruluşlarının Ankara temsilcileri ile olan buluşmasında olayı doğruladı. Cumhurbaşkanı, Yeni Şafak’ın “cunta” “sızma” “fişleme” iddialarını sahiplenirse, gerçekten de orduda geniş çaplı yeni bir ihraç dalgası bekleyebiliriz.
Dino Buzzati Tatar Çölü’nün kahramanı olarak neden bir subayı seçmişti? (3)
Buzzati’nin Tatar Çölü’nü insanları düşünmeden itaat eden bir otomata dönüştürme amacıyla bizzat insan doğasını değiştirmeye çalışan bir faşist totalitarizmin egemenliği altındaki Mussolini İtalyası’nda yazdığını hatırlarsak, Bastiani Kalesi’nin bu totalitarizmin mükemmel bir örneği olduğunu fark ederiz.
Dino Buzzati Tatar Çölü’nün kahramanı olarak neden bir subayı seçmişti? (2)
Buzzati Harp Okulundan yeni mezun olmuş bir subayın, Giovanni Drogo’nun, görev aşkıyla dopdolu olmasını bekleyebileceğimiz o taptazecik teğmenin, ilk görev yeri olan sınır kalesine varır varmaz oradan ayrılmak istediğini söylüyordu bize! Bunu şaşırtıcı bir doğallıkla söylüyordu. Üstelik Teğmen Drogo herhangi bir ordunun herhangi bir teğmeni de değildi. Buzzati’nin anlattığı teğmen, faşist Mussolini İtalyası’nın, kudretli Duce’nin ordusunun bir teğmeni idi.
Dino Buzzati Tatar Çölü’nün kahramanı olarak neden bir subayı seçmişti?
Tatar Çölü bir bekleyişin, bekleyişin anlamsızlığının ve oradan türeyen bir yabancılaşmanın romanıydı. Gerçekleştiğinde bir kahraman olunacak Tatar saldırısının gerçekleşmemesinin bekleyişiydi bu. Saldırı bir gün gerçekten vuku bulur gibi olduğunda ise, tesadüfe bakın ki, Drogo hasta yatağındaydı ve kahramanlıktan onun payına bir şey düşmemişti. Ve Drogo’nun hayatı, bekleyişle tüketilen bir hayat olmuştu; boşa gitmiş bir hayat. Bana yıllar sonra bu romanı bugünlerde hatırlatan esas şey ise şu soru oldu: Buzzati, bekleyişi, bekleyişin anlamsızlığını, bekleyiş uğruna tüketilen bir hayatı ve yabancılaşmayı anlatmak için neden bir subayı, Teğmen Drogo’yu seçmişti?
Aracısız, yakın ve doğrudan
Musa Avsever ve Atilla Gülan’ın çok konuşulan veda merasiminin bir bagajı vardı: Eğer istenseydi ve teamüller izlenseydi Avsever emekli edilmeyebilir ve Genelkurmay Başkanı yapılabilirdi. Gülan da daha geçen sene Hava Kuvvetleri Komutanı yapılmıştı, kadrosuzluk gibi bir gerekçeyle emekli edilmişti. Bu durum, her iki komutanın da küskün olması ihtimalini doğuruyordu. Dolayısıyla her iki orgeneralin de bu törende kanıtlamaları beklenen bir şey vardı. Bu kanıtlama yükü için Avsever “bir subayın gelebileceği en üst seviyeye geldim” cümlesini, Gülan da benzer biçimde “en üst düzeyde bırakıyoruz” cümlesini kullandı. Artık bu konuşmaları 2008’lerdeki gibi komutanlık ambleminin bulunduğu otorite sembolü bir kürsünün ardından değil, yeni ve rakipsiz bir otoritenin şahsının tam karşısında yaptılar. Aracısız, yakın ve doğrudan!
Hulusi Akar’sız yeni dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Metin Gürak oldu
Orgeneral Metin Gürak’ın Genelkurmay Başkanı olarak görevlendirilmesiyle sonuçlanan dünkü YAŞ toplantısı, aslında bu yaz yapılacak Yüksek Askerî Şura’nın adeta ikinci turu idi. Birinci ve esas tur, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Hulusi Akar’ı Milli Savunma Bakanlığı koltuğundan almasıyla 3 Haziran’da gerçekleşmişti. Dün, bu birinci tura bağlı dizilimin ikinci tur sonuçlarını görmüş olduk.
Genelkurmay Başkanlığı koltuğu hâlâ boş, denklem Orgeneral Gürak lehine çözülüyor
Şu an Türkiye’nin genelkurmay başkanı koltuğu boş bulunuyor! Murat Yetkin dünkü yazısında Erdoğan’ın Genelkurmay Başkanı olarak Avsever ile çalışmak istemediği ve muhtemelen YAŞ’ta emekli edileceği yorumuna yer verdi. Bunda Avsever’in kuvvet komutanlarının CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na dönemin MSB Hulusi Akar’ın isteğine karşı dava açmamasının payı olabileceğini dile getirdi. Erdoğan’ın Avsever’in yerine getirmesi beklenen isimler arasında Orgeneral Metin Gürak’ın adı öne çıkıyor. Gürak, İlker Başbuğ’un akrabası ve Erdoğan’ın Başbuğ ile yıldızlarının pek barışmadığı biliniyor. Metin Gürak Genelkurmay Başkanı olduğu takdirde, TSK’nın son yıllarda epeyce siyasallaşan yapısını onarmada, geleneksel kodlarına dönülmesini sağlamada ve yine son yıllarda dağılan ve siyasetin etkilerine açık hale gelen emir-komuta birliğini konsolide etmede rol oynayabilir.
Hulusi Akar’ın Magnum Opus’u
Eserleri arasında hangisi Akar’ın magnum opus’u? Cevabı, TSK’nın yeniden yapılandırılması ve dönüştürülmesi sürecinde oynadığı “organikleştirici” rolde aramalıyız. “Organikleştirici” derken Erdoğan’ın ve AKP’nin TSK’ya ilişkin politik tasavvurlarının dışavurumu olan yasal düzenlemelerin TSK’nın habitus’unun kendine özgü diline tercüme edilmesi, ona yedirilmesi ve orada gerçek bir yaşam alanı bulmasının sağlanmasını kastediyorum.
Ordunun kullanılmamasında tek mesele EMASYA protokolünün yokluğu mu?
Depremde askerin devreye girmemesini EMASYA (Emniyet ve Asayiş Yardımlaşması) protokollerinin 2010’da AKP iktidarı tarafından kaldırılmış olmasına bağlayan yorumlar doğruluk taşısa da gerçeğin sadece bir yönüne işaret ediyor. (…) Askerin kullanılmaması kararının esasen kimden kaynaklandığını tam olarak bilmiyoruz. Erdoğan’dan mı, Akar’dan mı? Erdoğan’dan kaynaklandıysa ne anlama gelir, Akar’dan kaynaklandıysa ne anlama gelir?
TV yorumcusu “ersatz akademik” eski askerler
Askerî kariyerlerine akademik dereceler de eklemiş eski subayların tartışma programlarında sergilediği kimi akıl yürütmeler ve dünyaya, yaşama, ülkeye, insana, tarihe ve kültüre ilişkin kimi görüşleri izleyicilerde şaşkınlık yaratacak cinstendi. İzleyicilerin çoğu şöyle düşündü: “Yahu bu adamlar yıllarca TSK’nın o makamlarında nasıl görev yapmış, binlerce insana komuta etmişler!”
Çelebi olayının anlaşılmasına bir katkı: Slogan ve aforizma bir düşünme yöntemi olabilir mi?
Mehmet Ali Çelebi, her an her yöne evrilebilmesine izin verecek oynaklıktaki bir eylem zeminini, aforizmik ve sloganik bir argümantasyonun içi gazla şişirilmiş sözde parlaklığından güç alarak kuruyor. Ve bu kuruş, hiç küçümsenmemesi gereken bir aklın ürünü. Bu bakımdan onun kumaşı en çok komutanı Hulusi Akar’ınkine benziyor.
Tokat olayı sivil-asker çekişmesi mi, asker-asker çekişmesi mi?
İçişleri Bakanlığı, illerde görevli en üst rütbeli jandarma subayının o ildeki TSK/MSB mensubu subay/generale ya eş rütbeli ya da daha üst rütbeli olmasına yönelik bir atama ve terfi politikası izliyor son yıllarda. Bu durum, İçişleri’nin Jandarma üzerinden TSK’yla girdiği bir statü yarışının ürünü olsa gerek. 30 Ağustos’ta Tokat’ta vali ile garnizon komutanı arasındaki tartışma bu tercihle yakından ilgili.
Kızıldere’den Diyarbakır’a, Özel Harp’ten Çankaya Köşküne: Kemal Yamak için bir portre denemesi (1)
1924’te doğan emekli Orgeneral Kemal Yamak’ın hayatı, öldüğü 2009 yılına kadar Cumhuriyet tarihine içeriden ve doğrudan bir tanıklıkla geçti. Bu hayat hikâyesi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin tarihiyle birlikte okunmak için muazzam bir elverişlilik gösterir. Ve yine bu hayat hikâyesi, taşıdığı kimi ortak özellikler bakımından bugünün TSK’sını yöneten figürlerin çoğunu anlayabilmek için önemli ipuçları sunar; Yamak bu hususta adeta bir stereotiptir.
Bir mehabetli sabah mı oldu Harbiye’de?
Sosyal medyada paylaşılan tepkilere bakılırsa, Harbiyeli öğrencilerin jilet gibi bir hiza-istikamet içinde dua ettiği bu görüntüler seyircilerin bir kısmında zafer, fetih ve şükür, bir kısmında ise yenilgi veya en azından bir şaşkınlık duygusu yaratmışa benziyor. Bana ise II. Abdülhamit dönemi Harbiyesinde okul idaresince zorla namaza götürülen, iki on yıl sonra ise Cumhuriyeti kuran Harbiyelileri hatırlattı bu görüntüler.
MAK’çı Albay Levent Göktaş olayı: Nomos’lar çatışıyor
Kahramanlığını, iyi subaylığını, o da yetmezse detay babında yüksek irtifa paraşütçülüğünü merkeze alan söylemler o kadar absürt bir noktaya kadar ilerletildi ki Levent Göktaş’ın gözaltı kararı sonrası kaçmasının ardından şunun bile denildiğini gördük: “Herhangi bir subaydan bahsetmiyoruz. Kaçma-kurtulma konusunda Amerika’da eğitim almış. Kaçar yani…” İşte tüm bu absürtlüklerden sonra firari Albay Levent Göktaş’ı semadan yere indirerek biz ölümlüler katında tartışılabilir hale getiren, emekli Korgeneral Pekin’in bir önceki yazıma da konu olan açıklamaları oldu.
Yaşar Büyükanıt’ın Levent Göktaş hakkında bildiği şeyi İlker Başbuğ da biliyor muydu?
Levent Göktaş’ın askerlik yaşamı, iki başka orgeneralin dahline rağmen, Yaşar Büyükanıt’ın bastırmasıyla 2004’te son buluyor. Görüldüğü gibi “sadece albay” olmayan bir albaydan bahsediyoruz. Durumu konusunda orgenerallerin sürtüşmelere girdiği bir albay. Ama sorulması gereken en önemli şey şu: Yaşar Büyükanıt’ın Göktaş hakkında bildiği ve Aytaç Yalman’ın bilmediği şey neydi? Daha da önemlisi ise şu: İlker Başbuğ, o şeyi biliyor muydu?