Halil Berktay

Ruhumuzdaki şeytan (1) Prehistoryadan Ortaçağa

Tahmin edilebileceğinin aksine, Ortaçağ Hıristiyanlığı cadı avlarından yana değil. Tersine, bu tür “bâtıl” inanışları çoktanrıcılığın kalıntısı sayıyor ve aslı astarı olmadığını belirtiyor; sathın altında, popüler kültürdeki yaygınlığını önlemeye çalışıyor. 15. ve 16. Yüzyıllar ise, Ortaçağdan Erken Moderniteye geçişte farklı bir kırılma noktasını oluşturuyor.

Yargı Reformu (2) 1128’lerin hali

Nesnel hukuk ölçüleri açısından bu dilekçede söylenenler bir suç değil. Suç gibi gösterilmesi, ancak söylemedikleri üzerinden mümkün. Başka bir deyişle, mesele (1) terör propagandası yapmış olmaları değil, (2) anti-terör propagandası yapmamış olmaları. İkincisi, birincisine eşit sayılıyor. Bu gerekçeyle yargılanıyor ve mahkûm ediliyorlar.

Yargı Reformu (1) beş ay önceki bir görüşmeden aklımda kalanlar

Ama kendilerini, çoğulculuğun olmazsa olmazı olan “ara zemin”de konumlandıran ılımlı, tutarlı, barışçı demokratlar bu tartışmaya hiç giremedi. Aman… demeye kalmadı; iktidar kükreyiverdi. Hedef gösterdi. Kanaat empoze etti. Rektörleri, polisi, savcıları… özetle bütün idare ve yargı bürokrasisini “göreve” çağırdı.

Özgür iradesiyle

YSK’nın yeni açıklanan gerekçeli kararında, “oyların çalınması”na ilişkin tek sözcük var mı? Hayır, yok. Peki bu durum karşısında Binali Yıldırım ne dedi? Biz “çaldılar” derken bunu halk diliyle söylüyoruz, hukukun ifade dili elbette farklı. Öyle mi? “Oylar çalındı” ısrarı ile “usulsüz oy sayısı sadece 706’dır” (yani: hayır, çalınmadı) saptaması, aynı gerçeği mi yansıtıyor?

Tarih ve siyaset

Günümüz tarihçileri de tarihten ders çıkartır kuşkusuz. Ama siyasete yardımcı olmak için yapmaz bunu. Sırf kendileri için yapar. Tarih/çilik devletin vesayetinden ve politikanın ataerkilliğinden giderek sıyrıldıkça, artan özgürlüğü ve gerçekçiliği içinde çıkardığı dersler, hele bir kısım politikacı için giderek tatsızlaşır. Okşayıcılık ve rahatlatıcılıktan uzaklaşır. Büsbütün kabul edilmez hale gelir.

Ağla, sevgili yurdum

Biri siyah ve yoksul, biri beyaz ve zengin iki baba. Birinin oğlu, diğerinin oğlunu öldürmüş. Aralarındaki dostluk, yeni bir toplumsal barışın ilk umudu gibi yükseliyor. Ama olamıyor. 1948-1994 arasında, 46 yıllık bir ırkçı rejim giriyor araya. Bizim de ilk umutlarımız gerçekleşemedi bir türlü. Birleşik bir Türkiye’nin kurulması, kültürünün kök salıp yeşermesi için, daha kaç yıl beklememiz lâzım?

Kötülük kol gezerken

Günlerdir kulağımda çınlıyor. Evet, “Cry, the Beloved Country.” Ağla Sevgili Yurdum. Evet, “Ill Fares the Land.” Kötülük Kol Gezerken. Memleketin Hali Kötü. Bu kadarı yeter bile. Bugün Tony Judt. Yarın Alan Paton’la devam edeceğim.

Bu nasıl bir kin?

Bir kere, bu nasıl bir demokrasi ve siyaset anlayışı ki, rakip kabul edilen politikacıyı bütün kamusal alandan, topyekûn dışlamaya kalkar? Her şekilde kötülemek ve aşağılamakla kalmaz; aynı zamanda hiçbir yerde konuşturmamaya, sesini tümüyle kısmaya ve boğmaya tevessül eder? Ayrıca bu nasıl bir nefret ve intikamcılık ki, sadece söz konusu politikacıyı değil, eşi ve ailesini de hedef alır? Aynı dışlayıcılık ve susturuculuğu onlara da uygular?

Uqbar, Tlön, Türkiye

Ne kadar aptalmışım, geçmişte üst akıl diye bir şey yok dediğimde. Varmış pekâlâ, hem de ne biçim! Borges’in izinden giderek, yıllardır alttan alta sürdürdüğüm araştırmalarımın bazı sonuçlarını, ilk defa burada açıklıyorum.

Bir “ekonomik terör” açıklaması

“Üst akıl” filân demeyin artık. Yok böyle, özel olarak Türkiye düşmanı, özel olarak Türkiye’ye savaş açmış, herkesi ve her şeyi tek merkezden yöneten, bütün döviz piyasalarına hükmeden, sırf Türkiye’yi çökertmek için TL satan-sattıran monolitik bir “üst akıl.” Olsa olsa, bir yığın küçük küçük “alt akılsızlık” mevcut. “Üst akıl” bunların hatâlarının günah keçisi oluyor.

What’s in a name (*)

“Better not ask. I received various telegrams about the Armenians from [Erzurum governor] Tahsin, which so upset me that I couldn’t sleep all night. It is not anything that a man’s heart can really take, but if I hadn’t done it to them they would have done it to mine. And indeed, they had already begun to do so. It’s a fight for national survival.”

Adına ne derseniz deyin

“Sorma. Tahsin’den (Erzurum Valisi) Ermenilere dair bir takım telgraflar aldım, sinirlerim bozuldu. Sabaha kadar uyuyamadım. İnsan yüreğinin dayanacağı bir şey değil, fakat ben onlara yapmasaydım, onlar benimkine yapacaktılar. Nitekim yapmaya da başlamışlardı. Millî mevcudiyet kavgası.”

Bir tatil sabahı

Türkiye ve dünya… Salonda televizyon açık. Bir Müge Anlı programı. Toplumumuzun bağırsakları, sathın altındaki dünyası. BBC’de, NYT’de çeşitli haberler. Avusturya. Çin. Kuzey Kore. Rusya. Sri Lanka. Kuzey İrlanda… Hayır, illâ ne kadar farklı oldukları değil, aynı zamanda ne kadar da benzeştikleri ve örtüştükleri geçiyor aklımdan.

Soğutmak ve soğutturmamak

Başka bir şey söyleyeyim: Valilere müsteşarımız üzerinden böyle bir talimat gönderdim. ‘CHP il başkanlarını bundan böyle şehit cenazelerinde protokole kabul etmeyin’ dedim. Onların gideceği bir adres var. (…) PKK terör örgütü mensuplarının cenazeleri (…) Sandıkta beraberlerse cenazede de beraber olacaklar.”

Küçük düşmek

“Nutuk” Atatürk tarafından 6 günde irad edildi ya; Ali İhsan Yavuz o rekoru kırmaya çalışıyormuş; 7 gün konuşmadan durmayacak ve 1 Nisan sabahından bu yana bütün söyledikleri, AKP tarafından özel bir “Best of Ali İhsan Yavuz” cildinde derlenip yayınlanacakmış.

Hah işte, nihayet taze bir yaklaşım; iki dürüst ve akıllı adam!

Ömer Lekesiz ve Mahmut Bıyıklı’ya tek eleştirim şu: Bilim insanı tutarlı olmalı. Madem Immanuel Kant’a yakışacak bir “kategorik emperatif” keşfettiniz, uygulamada mütereddit olmamak, sonuna kadar gitmek lâzım.

Gene mi Brutus?

İyi de, ben başka bir yerde anlatmamış mıydım bu öyküyü? Ne vesile olmuştu acaba? Girdim arşivime; arayıp buldum. Gene o 2017 yılıymış. Büyükada’da gözaltına alınan insan hakları aktivistleri, dört buçuk ay tutuklu kaldıktan sonra toptan salıverilmiş. Fakat medya şaheserler yaratımış o arada. Bu da beni “Brutus’un şerefi”nden söz etmeye zorlamış.

“Beka”cılık ve kültürel etkileri (2) 28 Şubat ve zıddına dönüşen sonuçları

Bengisu Karaca, “çalışan bir saç kurutma makinesinin su dolu küvetimize atılması” diye tarif ediyor 28 Şubat’ı. Önceki iyimserlik ve olumluluktan eser kalmıyor. Yazar gerçekçiliği elden bırakmıyor; son derece dikkatli ifadeler kullanıyor bu noktada: “Çarpılıyor ve çarpıtan, eğip büken bir aydınlanma yaşıyoruz… Bütün öncelikler yeniden belirleniyor… Siyaset de, para da, iktidar da anlamlı makamlara terfi ediyor yavaş yavaş.”

“Beka”cılık ve kültürel etkileri (1) genç Müslüman entellektüellerin 1990’lardaki durumu

Beni çok düşündüren bir kavram ortaya atıyor, Nihal Bengisu Karaca: “şehirli muhafazakârlığın ihtiyaçları.” O dönemde İslâmî sivil toplum kuruluşlarının, “şehirli muhafazakarlığın ihtiyaçlarına uygun” roller oynadığından söz ediyor. Şuna da seviniyor, 1995 dolayları için: “Liberallerle de, solcularla da ortak noktalar var, birikimlerine saygı duyulmakta.”

İsrail seçimleri: Netanyahu’nun “beka” mücadelesi

İster başbakan sıfatıyla, ister seçim konuşmalarıyla, İsrail’i korkunç bir dış düşmanlar çemberince kuşatılmış olarak resmediyor: İran, Lübnan’da üslenen Şii Hizbulllah hareketi, Gazze Şeridi’ne hâkim olan İslâmcı Hamas örgütü. Bu tehditlere karşı kendisini İsrail’in güvenliğini sağlama ve uluslararası ilişkilerine doğru yön verme kabiliyetine sahip biricik aday olarak sunuyor.

Tarihe bir not: 1973 seçimleri

Sanki kasten çıldırtmaya çalışıyorlardı insanları. Sadece Orta Anadolu’dan ve diğer iç bölgelerden AP’nin önde gittiği illeri veriyor, büyük şehirlere değinmiyorlardı. Genel yüzdelerde ise AP sürekli 4 puan önde gözüküyordu; milletvekili sayıları, bugün bile kulağımda ve gözümün önünde, çok uzun süre AP 77, CHP 73’te takılıp kalmıştı. Bir milim kımıldamıyordu.

Fenerbahçe esprilerinde, AYM’den YSK’ya

(Fakat acaba hızla çoğalma eğilimi gösteren bu esprilerin asıl hedefi FB mi, AKP mi oluyor?)

Fenerbahçe’den AK Parti’ye

İster sporda, ister profesyonel konkurlarda, ister akademide, ister politikada -- her türlü yarışma, karşılaşma ve tartışmada, kaybettikten ve/ya yanlışlandıktan sonra mızıklamak, sonucu kabullenmemek, çamura yatmak, “topumu alır giderim, ne oynarım ne oynatırım” havalarına girmek, hoş karşılanmaz izleyenlerin gözünde. Herkesin psikolojisini bozar. Ağızda çok kötü bir tad bırakır.

16 Nisan 2017 “Pirus zaferi”nden, iki yıl içinde ağır bir yenilgiye

Bu seçim kampanyasının haksızlık ve adaletsizlikleri, o seçim kampanyasına taş çıkarttı. Dün gecenin medya faciası, o gecenin medya faciasına taş çıkarttı. Ama bu sefer, hak biraz yerini buldu sayılır.

Yanıtlasam, nasıl yanıtlardım?

Bu toplum Susurluk’u yaşadı. Ama şimdi, AK Parti’yle pek de ilgisi olmaması gereken bir MHP kültürü cirminden çok fazla yer yakıyor -- ve ekranlar, Abdülhamit dönemi kadar gerilere giden muhayyel ve mutasavver Abdullah Çatlı’larla dolup taşıyor.

Böyle bir medya, böyle bir Türkiye

Bir noktada, “bir reklam arası verelim, belki siz de biraz sakinleşirsiniz” dedi son derece sakin dâvetlisine. İmamoğlu’ndan ise gülerek “Ben gayet sakinim, ama galiba sizin sakinleşmeye ihtiyacınız var, belki dışarı çıkıp bir sigara içmek isteyebilirsiniz” kabilinden son derece alaycı bir cevap aldı ve ne diyeceğini bilemedi, darmadağın oldu.

Yeni Zelandalılar aslen Türk mü acaba?

Popüler tarih edebiyatımızın ve hattâ yer yer ders kitaplarımızın favori böbürlenmelerinden biridir, biz Türklerin cömertliğimiz, şefkatimiz, merhametimiz ve âlicenaplığımız (ve tabii, hele kadınlara asla el kaldırmamamız).

Kemal Karpat’tan Abdülhamit’e, uzunca bir tarih sohbeti

[2 Mart 2019] Eski Taraf gazetesinden birlikte ayrıldığımız, halen Karar’da yazan ve makaleleri Serbestiyet’te de yayınlanmaya devam eden Yıldıray Oğur, 22 Şubat Cuma akşamı TV5’teki Medya Analiz programına dâvet etti. Kemal Karpat’ın ölümünden yola çıkarak, bir buçuk saat tarih konuştuk. Son beş dakikada, başka bir konuya geçecek gibi olduk, ama zaman yetmedi. Bant çözümünün orasını attım. Kalanını, bazı küçük ek ve düzeltmelerle birlikte, aşağıda sunuyorum.

Kendimi bir an…

Hafızamı yokluyorum; bunca yıllık spor seyirciliğimde, aklımda kalan en absurd, en haksız, en tuhaf, en grotesk, en isyan ettirici futbol sahneleri galiba bu Prens Fahid, Toni Schumacher, Diego Maradona ve Şifo Mehmet olaylarıydı -- dün akşama kadar. Şimdi bir yenisi eklendi, Chelsea ile Manchester City arasında oynanan Carabao Kupası final maçından.

Venezuela (1) Emperyalizm

Hayır, artık Lenin’in tarif ettiği “kapitalizmin son aşaması: emperyalizm” çağında yaşamıyoruz. Hayır, dünya emperyalizmden ve komplolarından ibaret değil. Demokrasilerini idare edip edemiyeceklerini; kâh sağ kâh sol popülizm ve devletçi otoritarizm heveslerinin önünü açıp açmayacaklarını; bu yüzden krize sürüklenip sürüklenmeyeceklerini; sonuçta herhangi bir büyük güce fırsat verip vermeyeceklerini, ülkelerin kendileri belirliyor.