Perşembe günü (27 Haziran) düzenlenen ABD başkanlık münazarası hem Amerikalılar hem de dünya için büyük bir rezaletti. Münazarayı açık ara Trump kazandı, kendisine en yakın isimler dahi Biden’a “yarıştan çekil” çağrısında bulundu. Münazaranın bir diğer kaybedeni ise milyonlarca seçmeni bu iki siyasetçiye mecbur bırakan Amerikan demokrasisi oldu. 250 yıllık Amerikan demokrasisi, Oval Ofis’ten alınan kararların Ukrayna’dan Filistin’e, Çin’den Avrupa’ya bütün dünyayı etkilediği kaotik bir dönemde 300 milyon Amerikalının önüne çok tatsız bir oy pusulası koydu: Seçim sonuçlarını kabul etmeyen, 4 ceza davasında sanık olan ABD’nin ilk hüküm giyen eski başkanı Donald Trump ve bir cümleyi dahi tamamlayamayan, boşluğa bakan, Trump gibi zayıf bir adaya dahi cevap veremeyen ABD tarihinin en yaşlı başkanı 82 yaşındaki Joe Biden. Peki ne oldu da Amerika böylesine kritik bir eşikte, Biden ve Trump’a mecbur kaldı?
Siyasetin tıkandığı, hakkın-hukukun yok sayıldığı, farklı görüşlerin susturulduğu, diyaloğa, hatta bilgilendirmeye kapalı bir zeminde kavramları yerine oturmak da zor. Kavram yerinde ağır. CHP’nin çağrısıyla gündeme yerleşen “normalleşme” de öyle. İktidarın kıyılarına gittikçe sığlaşıyor, anlamını yitiriyor. Nitekim keçiboynuzundan bal çıkaran, o alerjik deyimiyle çiçeği de, öfkesi de burnunda “normalleşme sürecimiz”de geldik bugüne.
Dinden uzaklaşma tutumunu İslâm için bir ‘entellektüel kriz’ olarak resmetmeye çalışanlar olsa da İslâm açısından asıl mesele, dinin siyasetin elinde araçsallaşması, ardısıra dindar kişi ve kesimlerin büyük kısmının bu tutuma arka çıkarak ve dinin değerlerini bu uğurda kullanarak muazzam bir söylem-eylem tutarsızlığı ortaya koymaları olarak gözüküyor. En basit bir farklı düşünce ve uygulama karşısında ‘polis çağırmayı,’ ‘tutuklama talep etmeyi’ hamiyet zanneden ucube devletçi dindarlık kimde kabule meyil uyandırabilir, kimi neye ikna edebilirdi ki?
Yılmaz Güney’in hayatı film oluyormuş. Merakla, biraz da heyecanla bekliyorum. Yılmaz Güney, yakın tarihin anlaşılması, işlenmesi ve anlatılması en güç isimlerinden biri. Kimilerine göre büyük bir sanatçı, bir özgürlük savaşçısı, bir devrimci. Kimilerine göreyse katil, kadın düşmanı, şiddet faili bir manyak. Her şeye rağmen devrimci portresinin perdeye yansıması açısından Arkadaş ve Bir Gün Mutlaka filmlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Devrimci bir karakteri gerçek insan ilişkileri içinde, kendi çelişkileriyle işlemeye en yakın olan sanırım hala Yılmaz Güney…
Adalar için kara belediyelerinden farklı yasal bir statü gerek. Birçok çağdaş ülke böyle yapıyor. Adalar ile mesela Bala ilçesinin statüleri farklı olmalı. “Adalar sadece yürüyüş içindir” diyenlere cevabım: 85 yaşında bana adada yer yok mu? 24 yıldır adaya kayıtlıyım ben. Protesto edelim; ama resmin tamamını da görelim. 40 yıl önce adalar şöyle idi böyle idi diye hayıflanmak gereksiz.