Trump açılan yeni davalar nedeniyle neredeyse her ay yeniden gözaltına alına dursun, Cumhuriyetçi Parti’de yeni bir yıldız doğdu. 2024 seçimleri için Cumhuriyetçi Parti’den başkan adayı olan Hint milyoner Vivek Ramaswamy, hem anketlerde %10 ile üçüncülüğe yükseldi hem de ilk münazarada fırtına gibi esti. Vivek Ramaswamy, oy verme yaşının 21’e yükseltilmesi, FBI ve Eğitim Bakanlığı’nın kapatılması, devlet çalışanlarının %80’inin işten çıkarılması, Ukrayna ve İsrail’e askeri yardımların kesilmesini savunan radikal bir Trump hayranı. Kendisini 2004’te Obama’nın yaptığı konuşmadaki gibi “komik isimli zayıf çocuk” olarak tanımlayan Vivek’in amacı önseçimi kazanmak değil, 2024 seçimlerinde Trump’ın başkan yardımcısı adayı olmak. Zira Vivek, Trump’tan daha iyi Trumpçılık yapan, Trump’ın siyaseti bırakmasının ardından veliaht prensi gibi Trumpizm’i devam ettirecek bir isim. Vivek başkan yardımcısı adayı olursa 2024 seçimlerinde bir diğer Hint kökenli siyasetçi Demokrat Kamala Harris ile karşı karşıya gelecek.
İsrail’de Netanyahu hükümetinin yargı düzenlemesine karşıtı protesto hareketi, yaklaşık 8 aydır devam ediyor. Bu protestoların temelinde 1995 ile 2006 yılları arası Yüksek Mahkemede görev yapmış Başyargıç Aharon Barak’ın öğretileri bulunuyor. Barak’ın hukuk felsefesinin temeli “Nerede yaşayan insan varsa, yasa da oradadır.” Bu fikirlerle İsrail 90’larda bir anayasal devrim geçirdi. İsrail yargısının gücü, Yüksek Mahkeme’nin normatif insan haklarını ihlal ettiğini söyleyerek Knesset yasasını iptal etmesini içerecek şekilde genişledi. Bu da 1977’den beri İsrail’i yöneten sağ ağırlıklı hükûmetlerin özellikle Filistinlilere yönelik aldığı kararlar ekseninde Yüksek Mahkeme ile karşı karşıya gelmesine neden oldu. Netanyahu, Knesset’ten geçirdiği reform paketiyle “vesayet organı” dediği Yüksek Mahkeme’nin bu yargısal gücünü kırmayı amaçlıyor. Sokağa çıkan İsraillilere göre ise Netanyahu’nun hedefindeki demokrasinin son kalesi. Yani İsrail ve Türkiye birbirine çok benziyor.
Beş yıl önce epeyce ürkek bir biçimde sorduğum soruyu şimdi daha kuvvetli bir şekilde soruyorum: Acaba, diyorum, liberaller, demokratlar ve hatta hiçbir talebin işçi sınıfının taleplerinden üstün olmadığını savunan solcuların 1960’lardan itibaren öne çıkardığı taleplerde ve o talepleri savunurken baş vurdukları dilde bir sorun olabilir mi? Ve bu sorun, kendilerini, o taleplerin eğitimli taşıyıcılarının kullandığı imkânlardan mahrum sayan daha az eğitimli ve daha yoksul kesimlerde, son evresinde öfke patlamasına yol açan bir tepki birikimine yol açmış olabilir mi?
Yüzde 20 civarlarında dolaşan bir milliyetçi seçmen tabanı var. Yeni bir durum değil bu; 1999’dan beri bu seçmen her seçimde farklı parti amblemleri altında buluşsa da kendisini belli ediyor. Mayıs 2023’e bu arka plandan bakıldığında görülen şu: 2018’de MHP ve İYİP’in toplam oyları % 21’e tekabül ediyordu. 2023’de MHP, İYİP ve ZP’nin, yani üç milliyetçi partiyi tercih eden seçmenlerin oranı % 22 oldu. Dolayısıyla iki seçim arasında bir puanlık bir fark var. Yani seçimlerde milliyetçiliğin –üzerinde fırtına kopartılacak düzeyde- bir yükselişi yok! Milliyetçiliğin sayısal bir artış göstermese de, psikolojik etkisinin arttığı iddia edilebilir. Burada da ihtiyatlı olmak gerekir. Nihayetinde seçimleri yine de mültecilere/sığınmacılara karşı en mutedil dili kullanan, en az milliyetçilik yapan Erdoğan kazandı. O nedenle muhalefetin seçim sonuçlarını milliyetçiliğe bağlaması ve iktidarın seçim zaferini daha fazla milliyetçi olmasıyla açıklaması, gerçeği anlamaya değil, ancak kendisini kandırmasına hizmet edebilir.
İktidar sık sık “aileyi korumak”tan bahsediyor. Hatta bu uğurda İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçildi. Ama ailenin durumu şu durumda hiç iç açıcı değil. Her gün ev sahibi tarafından taciz edilen kiracı ailede huzur mu kalır? Bir ailenin en elzem ihtiyacı ve korunağı olan konut konusunda o aile sürekli tacize ve şiddete uğruyorsa ve o ailedeki çocuklar buna şahit oluyorsa o aile net şekilde korunmuyordur. E, hani aileyi koruyacaktık?