Sri Lanka, 21’inci yüzyılda bir devletin bir isyancı grubu bütünüyle mağlup etmesinin ilk misali olması hasebiyle, bu neviden sorunlar yaşayan ülkeler bakımından bir çatışma çözüm seçeneğine dönüştü. Fakat gerçek bir barışın inşası için çalışılmazsa, askeri zaferle halının altına süpürülen sorunlar gün gelir tekrardan oraya çıkar. Sri Lanka, işte bugünlerde tam da bunu tecrübe ediyor.
Türkiye ile AB arasında ilişki kurulmasından nerede ise 60 yıl, üyelik adaylığı tanınmasından nerede ise 23 yıl, katılma müzakerelerinin başlamasından nerede ise 17 yıl geçtikten sonra Avrupa Parlamentosundan bu tür bir rapor çıkmış olması gerçekten üzücüdür. Gönül isterdi ki Kıbrıs engeli katılma müzakerelerini akamete uğrattıktan sonra özellikle insan hakları ve temel hürriyetler konusunda Kopenhag kriterlerinin yerine en az onlar kadar etkili olacak “Ankara kriterleri” geçsin. Bunun olamadığını hep birlikte gördük ve bedelini milletçe ödemeye devam ediyoruz.
Yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı Münih filmi, 1972 Münih Olimpiyatları sırasında Filistinli Kara Eylül örgütünün kaldıkları apartmanı basıp rehin aldıktan sonra çatşmada öldürdükleri 11 İsrailli sporcunun MOSSAD tarafından alınan intikamını anlatır. Filmde Kara Eylül baskınının organizatörü olduğu iddiasıyla eşiyle birlikte öldürülenlerden biri de Yaser Arafat’ın yakınlarından El Fetih yöneticilerinden Muhammed Yusuf al-Najjar’dı. Najjar daha sonra San Diego’ya yerleşti ve burada Hispanik bir kadınla evlendi. İlk oğullarına Arafat’ın kod adı olan Ammar adını verdi. ABD’de üniversite okuyan ve annesi gibi Katolik olan Ammar Campa-Najjar Demokrat Parti’den siyasete atıldı, önceki denemelerinde rakipleri geçmişini ona karşı kullandı ama nihayet ön seçimleri kazandı ve önümüzdeki kasım California eyaletine bağlı Chula Vista kentinin belediye başkanlığı için yarışacak
Ekim Devrimi, 7 Kasım 1917 gecesi nasıl (ne kadar küçük ölçekte) başlamış olursa olsun, dalga dalga yayıldı ve milyonları kapsadı. Doğruluğu yanlışlığı bir yana, muazzam bir depremdi. Bütün bir çağı etkiledi. Dolayısıyla Nâzım Hikmet gerçek bir devrim gördü. Bizlerse 60’ların sonları ve 70’lerin başlarında sübjektif hayallerimizde yaşadık. Toplumdan kopuk, dünyadan habersiz çoluk çocuktuk. Koşullar sıfırken devrimcilik oynadık.
İnsanın yitirdiği bir yakınını hatırlamak, onu “öyle yaşatmak” için yaptığı, uygun gördüğü şeyler çok çeşitli. Lâkin “Ölmüşlerinin canına değsin” diyerek yudumladığın bir bardak su gibi hoş sayılan şeyler değil hepsi. Tuhafı, ürkütücüsü de yaygın… Ölümün hayata alınışı, işlenişiyle ilgili o “korkunç kuyumculuk” tarihin en kapsamlı galerilerinden. Fikrimce “Ölüm sonrası fotoğrafçılığı (Post-mortem photography)” yakın tarihin en uç örneklerinden.