Karamollaoğlu’nun muhafazakar seçmenle masa arasında bir köprü görevi gördüğü çeşitli mecralarda sık sık zikrediliyor lakin Karamollaoğlu, Türkiye’de İslami hareketlere karşı “alerjik” olan seküler kitleleri de tesiri altına almış gibi görünüyor. 2000’li yıllara kadar büyüklüğü anlaşılmamış kitlevi bir muhafazakar nüfusun varlığını inkar eden veya küçümseyen bir siyasi elitten tüm farklılıklarıyla aynı memleketin paydaşları olduğumuz bilincini aşılayan ve anayasal bir yurtseverliğe ilk adımları atmamıza vesile olan değişimin mimarlarından birinin Karamollaoğlu olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır.
İki nokta hemen göze çarpıyor: (1) İnanılmaz bir dil. Canhıraş. Çığrından çıkmış. Sürekli suçluyor. Nefret, öfke ve düşmanlık saçıyor. Habire sıfatlarla konuşuyor. Kelime sayıp yüzdeye vursanız, hakaret ve aşağılama sözcükleri çok büyük bir yer tutuyor. (2) Ama aynı zamanda, sürekli ortak acılardan dem vuruyor; hele deprem sonrası ortamda, barış ve kutuplaşmayı kışkırtmama nutukları atıyor. En komiği: arada bir demokrasiden de dem vuruyor. Aynı konuşmalarda, hem tribünlerden “hükümet istifa” sesleri duyuldu diye maçların seyircisiz oynanmasını istiyor. Hem de kendisine ve partisine demokratlığı yakıştırıyor. Türkiye’nin aradığı “demokratik” enerjiyi başkanlık sisteminde ve şimdiki hükümette bulduğunu savunuyor.
Din ve politika itaati sever. Coşkulu bir itaat, hemen her zaman gerçeğin önüne geçer. İtaati doğuran şey kolektif bir inançtır. Ve bir şeyin kolektif bir inanç olabilmesi için dışarıdan öğretilmesi ve bireysel yorumun silinmesi elzemdir. Herkesin herkes gibi düşünmesi istenir. İktidar, herkesten güç edindiği için inanç ve itaatin en ayrışmaz olduğu yer siyaset ve dindir.
Diktatörlük, faşizm ve futbol, tarihe de, sinemaya da yerleşen bir mesele. 1961 yapımı “Cehennemde iki devre” filmi de futbolun “taraftarlık-karşıtlık”tan kolayca “biz-siz”e bağdaş kuran, oradan her türden ayrımcılığı bağrına basan “dostluk-düşmanlık”a yönlendirilebilen rekabet büyüsünü, böyle duyguları resmen, alenen keskinleştiren “dünya savaşı”nın cadı kazanında anlatıyor.
Kılıçdaroğlu hakikaten “Devlet (güç ve rant), kimlik (vatandaşlık ve Kürt meselesi) ve Batı karşıtlığı (uluslararası hukuktan kurtulmuş bir bağımsızlık hevesi)” alanlarında devleti kaygılandıracak bir performans sergileyebilir mi? Benim bu sorulara cevabım, ‘hayır…’ Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’ye yön değiştirtecek bir radikalliğin adamı olduğunu düşünmüyorum. Fakat onun gerçekte benim düşündüğüm gibi bir siyasetçi olmaması, devletin ondan paranoya boyutlarında kuşku duymasına engel değil. Ve bence duyuyor.