Yaşadığımız şu acı ve ölüm dolu günlerde, gene Türkiye’nin tuhaflıklarından söz etmek çok da yersiz kaçmaz umarım. İkisi birbirine bağlanır bir şekilde. Eski komünistlerden bir anekdot daha var, aktarmak istediğim. Geçen sefer yazdıktan sonra aklıma geldi (bkz “Sosyal bilimlerde ‘Türkiye’ problemi,” 5 Şubat 2023). Bu sefer doğrudan babamı, babamın iki ayrı ifadesini, babamın Nevşehir cezaevinde taraf olduğu bir sohbeti ve benimle devamını kapsıyor.
Konuşulan konu münasebetsiz bir mesele değil, tam da şu anda yaşanan enkazlardaki insanların kaderlerine terk edilmesi. Bu şimdi değil de ne zaman konuşulacak?
İnsanlar eleştirince arama kurtarma faaliyetleri mi aksıyor? Kusura bakmayın bu millet biraz sizi üzecek, ileri geri konuşacak.17 Ağustos’ta nasıl devlet, iktidar eleştirildiyse, bugün de eleştirileceksiniz.Hem de bugün, hemen, şimdi…
Marmara Depremi’nde ulusal bir çığlığa, hazin bir slogana, başlığa dönüşen “Sesimi duyan var mı?” haykırışı bu kez enkaz başındaki arama-kurtarma ekiplerinin gür seslenişi, arayışı değil. Enkaz altında ya da enkaz başında öylece bekleyen insanların her yerden duyulan çaresiz çığlıkları: “Sesimizi duyan yok mu?”
Bizim devletimiz, şefkati işçilerin kendisini eleştirdiği âna kadar süren ‘babacan’ işadamlarına benziyor. Çalışanlarını ‘baba gibi’ seven o işadamları, o âna kadar ‘baba’sına sadece saygı gösteren işçilerden biri çıkıp da biraz sonra sahte olduğunu anlayacağı ‘baba şefkati’ne güvenerek onu eleştirmeye kalktığında ne oluyorsa, Türkiye’de devlet-yurttaş ilişkisinde de o oluyor.