Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan geçtiğimiz günlerde “hayat pahalılığını bırak bekaya bak” diyenleri eleştiren bir yazı kaleme aldı. Kılıçarslan’a göre bu bakış açısı sorunluydu, çünkü bizatihi hayat pahalılığının kendisi bir beka sorunuydu ve bu yaklaşımın, “ekonomik daralma ve yaşadığımız ekonomik krizle mücadele eden Recep Tayyip Erdoğan’a da, AK Parti’ye de bir gram faydası yok”tu. Sorunun kaynağını eleştiri dışında tutarak eleştiri yapmak: Bir muhafazakâr eleştiri stili!
Tasvir yaptırmak isteyen müşteriler tahmin edileceği üzere askeri, idari ve dini sınıflardan gelen yüksek rütbeli/mevkili kimselerdir. Bu yüzden tasvir takılan mumyaların sayısı tüm mumyalılar içinde ancak %1-2’yi bulabilmektedir. Demek ki tasvirini yaptırmak mumyalattırmaktan daha maliyetli ve herkese de nasip olmamış.
Türkiye’deki hapishanelerin Türkiye’de faaliyet yürüten insan hakları örgütleri tarafından ziyaret edilerek incelenmesine Adalet Bakanlığı izin vermiyor. Bakanlık içeride faaliyet gösteren insan hakları kuruluşlarına kapattığı cezaevlerinin sanki dışarıdakilere açık olduğu izlenimini veriyor. Bakanlığa göre; Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) ve Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) tarafından ziyaret edilerek denetleniyor. Bunun da yeterli olduğu belirtiliyor. Halbuki cezaevlerini ziyaret eden CPT temsilcisinin 2016 yılı raporunun açıklanmasına hükümet izin vermemiştir. Ocak 2021’de CPT’nin Türkiye ziyaretinden sonra hazırladığı rapor hâlâ açıklanmamıştır.
İşkencecilere arka çıkan, kollayan bir tavır içine girilince alt kadrolar cesaretlendi. Son iki yılda gözle görülür bir artış söz konusu.” Mazlum-Der Genel Koordinatörü Nuri Yılmaz’a sordum: “İşkence yaygınlaşıyor mu?” “Öyle oluyor diyebilirim. Karakollarda onlara göre kötü muamele bize göre işkence artıyor. Kötü muamele denilerek işkence suçu basitleştirilmiş oluyor. Böylece suç işleyen kamu görevlisini koruyup kollayan bir mekanizma işliyor. Tabii cezaevlerinde neler oluyor tam bilemiyoruz."
Belki birkaç yüz bin oyla kazanılıp kaybedilecek kritik bir seçimin arifesinde ortaya çıkan ‘istemezükçü’ akımı akıl ölçüleriyle kavrayabilmek imkânsız. Bence bunu ortaya çıkaran şey bir duygu: ‘İslamcı’ olarak adlandırılan birilerinin kök partilerinden gerçekten de kopup demokrasi isteyenlerin safına geçme ihtimalinin yarattığı korku. Çünkü bu durumda özü gereği hiçbir koşulda değişmemesi, hep aynı kalması gereken bir varoluş biçimi değişmiş oluyor ve bu da kafamızda “kalûbelâdan” beri oluşturduğumuz çok temel bir siyasi-ideolojik kalıbın parçalanması anlamına geliyor.