Fransa seçimleri Macron’un zaferiyle sonuçlandı. Ancak önümüzdeki Haziran ayında Fransa Millet Meclisi seçimleri yapılacak. Olağanüstü bir sürpriz meydana gelmezse Macron’un kendisine karşı aday olan bir parti liderini veya onun partisinden başka birini Başbakan atamak durumunda kalması ihtimal dahilindedir. O takdirde, ülkenin önümüzdeki beş yıl içinde uzlaşıyla yönetilmesi gerekecektir ki bu geçmişte her zaman kolay olmamıştır.
Son iki hafta içerisinde AYM, Ahmet Davutoğlu’na yönelik kullanılan ‘Posta beygiri’ kelimesini ifade özgürlüğü olduğuna, AİHM ise cumhurbaşkanına hakaret suçunun ifade özgürlüğüne aykırı olduğuna karar verdi. Bu esnada, üniversite öğrencisi Y. Emre Deniz’e paylaştığı film kesiti sebebiyle cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla kamu davası açılırken, bir başka üniversite öğrencisi Alp Emeç ise paylaştığı bir atasözü sebebiyle tutuklanarak Silivri Cezaevi’ne gönderildi. John Stuart Mill’den, Voltaire’den, Harbert Spencer’dan örnekler vererek ifade özgürlüğünü açıklayacağımız, tartışacağımız ortamın çok ama çok gerisindeyiz. Çünkü yukarıdaki somut örneklerde de görüldüğü üzere, ortada gerçek anlamda bir hakaret dahi yok. Ortada olan şey hukuk garabetlerinden, siyasallaşmış yargının rezaletlerinden başka bir şey değil.
Erdoğan sonrası dönemin başat aktörü rolüne soyunan bazı gruplar ve kamusal aydınlar, konu muhafazakarlar olduğu zaman dışlayıcı bir retoriği dolaşıma sokma hususunda oldukça istekliler. Aktörlerin birbirlerine aynı göz hizasından baktığı bir çoğulcu zemin olmadan gerçekten de uzun vadeli bir demokratik restorasyon sürecine kapı aralayabilecek miyiz? Ahlaki bir üstencilikle muhafazakar kesimlerden her defasında günah çıkarmalarının beklendiği bir retoriği teşvik etmek, gerçekten de ortaklıklara dayalı bir kamusallığın inşası için samimi bir atmosfer yaratabilecek mi? Hiç sanmıyorum…
Bir Bergman filmi izledikten sonra geceyarısı İstiklâl Caddesine çıktığınızı, yürüdüğünüzü düşünün. Nisan ayında bir gece yarısı. Hava biraz serin olsun. Yanınızda çok sevdiğiniz bir arkadaşınız var mesela. Pek fazla konuşmadan, sadece caddede değil, film ile gerçek hayat arasında bir yerlerde yürüyorsunuz. Sinema hakikaten büyülü bir şeydir, böyle zamanlarda daha da anlaşılır.
Gerçek hayatta öncü polisiye romanlara layık “fiyakalı” cinayetlere, katillere sık rastlanmıyor maalesef! Özel, “şık”, marka bir katile, o “karakter”e sıradan insanî kötülükler ekleyerek, yamayarak ulaşamıyorsun. Asıl maharet, katilden, yani o insandan onu “insan” yapan özelliklerini çıkarmak, eksiltmek. Hannibal Lecter o nedenle göz kamaştıran bir katil. Onu Hannibal yapan “kötü insan” özelliklerinin varlığı değil, insanî özelliklerinin yokluğu.