Türkiye’nin politikasında da ABD’nin olduğu gibi zamanla bir değişiklik oldu. Ama hangi değişiklik ahlaken doğru sorusunun cevabı herhalde ölü sayısı arttıkça Esad’a yaklaşan ABD’ninki değil, o sayılar arttıkça Esad’ın tam karşısına geçen Türkiye’ninki olmalı.
Başta Yalçın Akdoğan olmak üzere AKP’liler medyaya HDP’nin barajı aşmamasının memleket için ne kadar hayırlı olacağına dair beyanlar veriyorlardı. Bu mevzuu üzerinde laflarken arkadaşım “Bu iş artık namus meselesi oldu” dedi. “Yalnızca bunların inadına olsa da HDP barajı geçmeli.” Bunu söyleyen HDP’li değildi. PKK’den de hiç haz etmiyordu. Çekirdekten AKP’li olmasa da AKP’nin geniş çevresi içinde yer alıyordu.
Aklıselim sahibi insanlar, HDP’nin ve onun nezdinde Kürtlerin sivil siyasette yer almış olmasına bir umut, bir şans olarak baktılar. Ortaya çıkan seçim sonuçlarının da yeni bir barış dönemi açacağına. Oysa ne koalisyon, ne de yeni bir hükümet kuruldu. Eski hükümetle, kendimizi yeniden bir “cehennemin” ortasında bulduk.
Parlament’de salt çoğunluğa sahip olarak Generalitat’ı elinde bulunduran CDC-ERC ortaklığı 27 Eylülde yeniden erken seçime giderek büyük bir kumar oynadı aslında. Kumardı çünkü elindeki salt çoğunlukla gerçekleştiremediği bağımsızlık emelini 18 ay içinde gerçekleştirmek vaadi ile yeniden seçime gitmek, bağımsızlık için Katalunya’da çoğunluk bulunduğunu yinelemek dışında bir anlam taşımıyordu. Taşımıyordu çünkü bağımsızlık yolunda atabileceği anayasal ve yasal adım yoktu.
Gelinen dengeler hesaba katıldığında Suriye’deki imkânın PKK lehine kalıcı bir çözüm yaratabilmesi, örgütün Türkiye ile ‘birlikte’ davranabilme stratejisi geliştirmesine bağlı gözüküyor. Oysa HDP/KCK halen tam tersi bir tutum içinde. Bunun tek bir anlamı var: Örgüt ‘ya hep ya hiç’ mantığını güdüyor ve bu hedefe yönelik olarak sadece iki muhtemel dayanağı var: ABD ve bölge halkı…