Sekiz çeyrek finalisti belirleyecek sekiz maçtan ilk dördü mükemmeldi. Fakat dün seyrettiğimiz Hırvatistan-İspanya ve Fransa-İsviçre maçları bambaşkaydı. Gözümüzü bir saniye olsun kırpamadık, iki 120 dakika boyunca ekran başında hop oturduk hop kalktık. Bir maçta olabilecek her şey vardı; hatalar, harika goller, kader anları…
Bu bir ‘son yazı’… Bir süredir yapmakta olduğum analizi tamamlayan ve ona biraz dışarıdan bakma fırsatı tanıyan bir yazı… Açıkçası Türkiye’nin içinden geçtiği dönem ve onun arka planı ile ilgili şu an için başka söyleyecek lafımın kalmadığını düşünüyorum.
Gelen iki askeri darbe, önce üniversite özerkliğini hedef aldı. Öğrencileri baskı altına alırken, öğretim üyelerini korkuttu. Korku ve baskı, yaratıcılığı yok eden sonuçlar doğurdu. Üniversiteler, evrensel değerlerin, bilimsel başarının filizlendiği bir ortamdan, 'itaat edenler'in yetiştirilmek istendiği mekanlara dönüştü.
Tam olarak hangi üniversiteden mezun olduğunu, ne iş yaptığını bile bilmediğimiz, en üst düzey bir ekonomi politikaları kurulunun üyesiyken şirketlere “danışmanlık” hizmeti veren, fon yöneten, bu başarılarını medyada haber yaptıran, CV’sinde adı piyasada kara para aklamayla anılan bir şirketin yer aldığı, daha düne kadar başka bir kara para aklayan firari işadamının kendisine tahsis ettiği lüks araca binen bir profille karşı karşıyayız.
DW Türkçe, Yargıtay’ın Balyoz davasıyla ilgili geçtiğimiz günlerde verdiği kararı “Balyoz davası başladığı yere döndü” başlığıyla duyurdu. Biraz abartılı ama esasen doğru. Çünkü Yargıtay bu kararıyla sadece yedi askere verilen beraat kararını bozmadı, derece mahkemesinin "güvenilir bulmadığı” dijital delillerin yeniden incelenmesini de istedi. Kararı, iktidarın bu davayı birilerinin başının üstünde demoklesin kılıcı gibi tutma isteğinin uzantısı olarak görmek yanlış olmaz.