Bir de terlik aşkları... Gittiğimiz, o yıllarda bile dünya devi olan kurumlarda ayakkabılarımızı çıkardık, “şipidik” terlikler giydik, en şık restoranlarda terlikleri ayağımıza geçirip sadece bizim grup için hazırlanmış orta büyüklükte odalarda yere çöküp yemek yedik. Benim gibi terlik meraklısı ve terliksiz yere basamayan biri için bile gerçekten tuhaftı.
Tarkovski’ye göre bir filmi ya da sanat eserini tıpkı çocukların hayatı izleyişleri gibi görmedikçe haz almak oldukça zordur. Katıksız, yalın, basit ve kendini sanatsal olanın anlamına kolayca bırakıp kapılabilen kişi sanat zevkine ulaşır ve gerçek manada anlama ulaşır.
Yaşadığı tüm ezilme biçimlerine rağmen –bunun da ötesi var; “hiçlenme” biçimleri...- öz saygısını, haysiyetini kazanmış bir insan olabilmek ise tam da bu açıdan çok daha değerli, çünkü tamamen kişinin kendini ayağa kaldırma becerisi ve kendisine verdiği emekle alakalı...
Çayolog Adolf Goetz, “bazı mekânların çay içmek isteyenlerin ihtiyacını karşılamakta gösterdikleri sevgisizlik ve düşüncesizlikten” yakınıyor. Egemen söyleme kapılıp “Beter olsunlar” demeyeceğim ama artık “sevgi ve düşüncelilik” izdivaçta bile şart değil. Gelişmiş insanın sıkıntısı, bunalımı da bir tuhaf oluyor doğrusu. O kalitede bunalmak da zor.
Pandemi koşullarında neden lebâleb kongreler yapılıyor? Neden parti grubunda Cumhurbaşkanı milletvekillerini ayağa kaldırıp tek millet yemini ettiriyor? Bu soruların herkesin aradığı cevabı “kararlı sessizlik” kavramında gizli.