Aslında, son yıllarda bu özensiz, hep dönüp dolaşıp aynı şeyleri aynı şekilde söyleyen metinlere alıştık. Üstelik Erdoğan’ın o “meşhur” yıllarındaki metinlerinin akıcılığını, nasıl özen ve dikkatle hazırlandığını, dahası ne kadar ikna edici bulunabileceğini de hatırlıyoruz. İtirazım, devletin en üst kademesinde kullanılan dilin bu kadar zayıf, yer yer mesnetsiz olmasına.
“Yerli malı, yurdun malı / Herkes onu kullanmalı” sloganıyla büyüyen, kreasyonlarını Sümerbank’tan yaratan, ilk “Hot Dog”u Et ve Balık Kurumu sosisleriyle deneyen kurumsal bir kuşağın utancıyla aniden öğrendik ki meğer “cola” emperyalizmmiş. Hele o “teneke cola”lar…
İslami kesimde tebliğ motivasyonu yerini, uzun süredir “din budur, ister inan ister inanma” vülgerliğine bırakmış durumda. Belki de 80’lerdeki, 90’lardaki insanlara İslamı anlatma motivasyonunun arkasında kalabalıklaşma, güçlenme duygusu vardı. İktidar bütün kurumlarıyla kontrol edilince, başka insanlara dini tebliğ etmek, bunun için örnek olmak gibi hasletler unutuluverdi.
Demokrasi de, bilim de, genişçe bir ara zeminin varlığına muhtaçtır. Rasyonalite, sükûnetle ve alçak sesle mümkün olabilir. Yıllar önce bir arkadaşım, “küçük harflerle konuşmak” demişti buna. Buna karşılık otoritarizmler son tahlilde hep kollektivisttir. Ara zemini yokedip toplumu uçlara, kutuplara çekmeye çalışırlar. Bunun için de insanları irrasyonalite ihtilâçları içinde kıvrandırmak esaslı bir yöntemdir.
O dönemde fiili bir askeri yönetim vardı. Ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi de açıktı. Kanunları Meclis çıkarıyordu. Mamak Cezaevi’ndeki “asker kişi” gerilimi sürerken, Albay Saldıraner, komutanlarına durumu ilettiğini, askeri mahkemelerin tutukladığı kişilerin asker kişi sayılacağını, bu yönde kanun çıkarttıracaklarını bize duyurdu.