En sondan başlayalım.
Dün partisinin Meclis grubunda konuşan CHP Lideri Kılıçdaroğlu, “Sayın Erdoğan, andımızın hangi cümlesinden rahatsız, çıksın açıklasın!” dedi.
Peki, yarın Cumhurbaşkanı Erdoğan bir kararnameyle, Cumhur İttifakı’nı korumak için Andımız’ı ilkokullara geri getirse ve ikinci bir kararnameyle de her gün parti kongrelerinde yaptırdığı Rabia andını her sabah liselilere zorunlu yapsa.
Yani şunu:
“Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız, hep birlikte Türkiye olacağız.”
Sonra da sayın Kılıçdaroğlu’na ve Andımız’ı geri isteyen diğer muhaliflere dönüp “Bunun hangi cümlesinden rahatsızsınız, çıkın açıklayın!” dese ona verecek cevapları var mı?
Onlar bu sorunun cevabı üzerine düşünürken bazılarının çocukça bir heyecanla bağlı olduğu, neredeyse Türklük ve cumhuriyet amentüsüne çevirdiği Andımız’ın gerçekten de hepimizin andı olup olamadığına bakalım.
Öncelikle Andımız bazı siyasetçilerin dediği gibi Cumhuriyet’in kurucu bir metni, Ayasofya kararı gibi doğrudan Atatürk’e ait bir tasarruf değil.
Andımız’ı 23 Nisan 1933 günü Ankara’daki Çocuk Haftası açılışında öğrencilere konuşan Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’e borçluyuz:
“Size bugün şu işi veriyorum. Bayramınız biter bitmez mekteplerinize döndüğünüz ilk günden başlayarak birinci derse girdiğiniz zaman sınıflarınızda hep birlikte ve her gün şu sözleri tekrarlayacaksınız: Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu, özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.”
Gazetelerde de beğenilen bu sözler, 10 Mayıs 1933 günü yine Milli Eğitim Bakanı olarak Reşit Galip’e bağlı olan Milli Talim ve Terbiye Heyeti kararıyla, öğrencilere “ayakta ve ciddiyet” içinde okutulmak üzere okullara gönderildi.
Afet İnan’ın hatıralarında Reşit Galip’in bu metni önce Çankaya’ya getirdiği, Atatürk’ün de olduğu bir ortamda kendisine verdiğini yazıyor.
Ama Atatürk’ün bu ant hakkında ne dediğinden bahsetmiyor. Atatürk’ün daha sonra Andımız üzerine söylenmiş herhangi bir sözünden de haberdar değiliz
Anlaşılan bu ant, Atatürk için bugün bu anda büyük anlamlar yükleyenler kadar mühim bir mesele olmamış.
Ama şunu biliyoruz, Reşit Galip, Andımız’ı okullara kabul ettirdikten dört ay sonra Atatürk’ün isteğiyle Milli Eğitim Bakanlığı’ndan istifa ettirildi. Mesele de Andımız değildi.
Oraya gelmeden önce Andımız’daki Türklüğün ırki bir kimlik değil, milli bir kimlik olduğu iddiasına yakından bakalım.
Türk kimliğinin ırki değil, milli bir kimlik olduğu tartışması önemli. Tarih başka türlü aksaydı, Türk kimliğinin bir üst kimlik olarak kabul ettirilmesi için sert inkar ve asimilasyon politikaları uygulanmasaydı belki bunun üzerine daha rahat konuşabilirdik.
Ama şimdilik bu tartışmayı bir tarafa bırakalım.
Ve sadece Andımız’ın metin yazarının kastının ne olduğuna yoğunlaşalım.
Reşit Galip’in dünyasında Türklüğün milli bir kimlik olmadığını anlamak için sadece bir yıl önceki Birinci Türk Tarih Kongresi’nde yaptığı beş saatlik konuşmanın en çok alkışlanan paragrafına bakmak yeterli:
“Türkler uzun boylu, uzun beyaz simalı, muntazam dudaklı, ince burunlu, mavi gözlü, göz kapakları çekik değil, ufki açılan, beyaz ırkın en güzel örneklerinden biridirler. Türklerin arasına karışmış olan kısa boylu, fırlak çeneli, iri dudaklı sarık ırktan kişiler de vardır. Ancak bu melezler asıl muhariplerin silah uşakları, adi hizmetlere koşulan esirler ve mağluplar sürüsüdürler.”
Ama mesele sadece bu değil.
Samet Ağaoğlu’nun Fransız Devrimi’nin sonu giyotinle biten en radikali Saint Just’a benzettiği Mersinli genç tıp doktoru Reşit Galip, o andı yazdığı güne kadar pek de büyüklerini sayan, küçüklerini koruyan, çocuklara örnek biri olmamıştı.
Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Refet Bele gibi İstiklal Harbi kahramanlarının yargılandığı İstiklal Mahkemeleri’nde kürsüde oturan üç üye hakimden biriydi.
Sadece 34 yaşındaydı ve sorgular sırasında hepsi savaş kahramanı olan büyüklerine pek de saygı göstermemişti, sık sık savunmalarında araya girip, sözlerini kesmişti.
Reşit Galip, bugün Andımız’a en hararetli desteği veren Türk milliyetçilerinin doğduğu Türk Ocakları’nın tasfiyesinde de başrolü oynamış bir isimdi.
Andımız’ı yazmasından iki yıl önce 1931 yılında Türk Ocakları’nın genel kurulunda kürsüye çıkmış, Hamdullah Suphi’yi, “gençleri silahlandırarak bir Kara Gömlekliler Ordusu kurmaya çalışmakla” suçlamış, salondan hakaretler ve defol sesleri yükselmişti.
Ama kısa bir süre sonra Türk Ocakları kapatılıp, CHP’ye katılmış, yerine kurulan Halkevleri’nin başına da o gün bütün salonunun kızdığı Reşit Galip oturtulmuştu.
Belki Andımız’ı Türk milliyetçiliğinin kurucu metni sananlar farkında değil ama Reşit Galip’in en büyük mağdurlarından biri Rusya Müslümanlarının liderlerinden, dünyanın en büyük üniversitelerinden aldığı teklifleri reddederek Cumhuriyet’in ilanının ardından milliyetçi duygularla hemşerisi Yusuf Akçura’nın davetini kabul edip Türkiye’ye gelen ve Darülfunun’da Türk Tarihi dersleri veren Orta Asya uzmanı milliyetçi tarihçi Zeki Velidi’ydi (Togan)
1931 yılında Türk Tarih Kongresi’nde Türk Tarih Tezi’ndeki Türklerin Orta Asya’dan kuraklık yüzünden göç ettiği iddiasına yani resmi görüşe bilimsel verilerle karşı çıkan duayen tarihçiye cevap vermek için hiçbir tarih eğitimi olmayan Reşit Galip kürsüye çıkmış ve şöyle demişti:
“Arkadaşlar esefle ifade edeyim ki Zeki Velidi Bey’in Darulfünün’undaki kürsünün önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum… Türkiye Cumhuriyeti Darülfunun’un kürsüsü bu kadar hafif malumat ve bu kadar sakim metotlarla işgal edilecek kıymetsiz bir mevki değildir.”
Zeki Velidi, kongreden sonra gazetelerde “cehalet” ve “vatana ihanetle” suçlanmış, Türkiye’yi terk etmiş, hakkında yurtdışında Türkiye aleyhine faaliyet yürüttüğü suçlamaları yapılmış ancak 1940’larda tekrar ülkeye dönebilmişti.
Reşit Galip’in saygı göstermediği Zeki Velidi, 1944 yılında Irkçılık- Turancılık davasında Alparslan Türkeş’le birlikte yargılandı, bugün hala kutlanan 3 Mayıs Türkçülük Bayramı geleneğini başlatanlardan biri oldu.
Reşit Galip Milli Eğitim Bakanlığı’na esas olarak Darülfünun’u tasfiye edip yerine kurduğu İstanbul Üniversitesi’ni kurma göreviyle getirilmişti. Ama tasfiyede o kadar ileri gitmişti ki tıp doktoru olmasına rağmen kendisini tarih profesörü ilan ettirmiş, bunun üzerine yeni kurulan üniversitenin Fuat Köprülü gibi profesörleri istifa etmişler, daha sonra konu Atatürk’e ulaştırılmış ve bizzat Atatürk tarafından Reşit Galip, görevinden istifa ettirilmişti.
Andımız’ı yazmasından sadece dört ay sonra.
Daha sonra dışlanmış, beş parasız kalmış, hastalanmış ve Mart 1934’de 41 yaşında hayatını kaybetmişti.
Ama yazdığı ant 1972 yılına kadar aynı şekilde okullarda bayrak törenlerinde okutuldu.
Andımız’a bugün sanki en baştan beri varmış gibi düşünülen “Atatürk” adının ve “Ne Mutlu Türküm diyene” ibaresinin girmesini ise 12 Mart darbecilerine borçluyuz!
1972 yılında 12 Mart darbecilerinin kurduğu Ferit Melen hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Sabahattin Özbek, askeri konseye de onaylatarak andın sonuna bir paragraf daha ekletti:
“Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk ; açtığın yolda, kurduğun ülküde gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene.”
Andımız’a bu paragrafı ekleyen hükümet, bir ay önce Atatürk’ün yolundan gittiklerini söyleyen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını idam ettirmişti.
Şimdi çocuklara her sabah bu cümlelerin okutulmasını isteyen bazı Kemalistlerin ve solcuların fikri büyükleri de Andımız’a bu cümleler eklenirken zindanlarda işkence görmekteydiler.
Andımız sadece okullarda çocuklara da okutulmadı.
12 Eylül darbecileri hapishanelerde işkence olarak Andımız’ı kullandılar.
Ve bunu yaparken de sol-sağ, Türk-Kürt ayrımı yapmadılar.
Mamak Cezaevi’nde yatan ülkücü Yaşar Okuyan o isimlerden biriydi:
“Mamak D Blok’ta kalırken, bir gün, görüş öncesi, cezaevi yönetimi tarafından tebliğ edilen emre göre; ‘ailelerle görüş’ öncesi, ailelerin karşısında hazır ola geçip en yüksek seslerimizle, hançeremiz yırtılırcasına bağırarak ‘Andımız’ı söyleyecektik. Bunu yapmayan tutuklu, görüş de yapamayacaktı. Daha sonra Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da yapacak olan ve dönemin MHP yöneticisi olduğu için tutuklu bulunan Yaşar Okuyan ailesiyle yaptığı görüşten gözleri yaşlı döndü. “Neden? Başına neler geldi?” diye sorduğumuzda şunları anlattı: “Tel örgülerle çevrili görüş yerine gittiğimizde tel örgünün öte yanında küçük kızım ve eşim duruyorlardı. Bizi götüren çavuş, ‘Andımız’ı okumamızı emretti. Yoksa ‘görüşme’ izni verilmeyecekti. Okudum, hançeremi yırtarcasına bağırarak okumamızı istediler. Benim bu halimi gören kızım ağlıyordu. Ona bakınca ben de gözyaşlarımı tutamadım.” (Oral Çalışlar- Mamak Askeri Cezaevi)
Aynı günlerde Diyarbakır Cezaevi’nde de Andımız işkencelerde kullanıldı:
“Dayakla, bok çukurlarıyla bu işin olmayacağını anlayan cezaevi yönetimi yeni bir yöntem uygulamaya karar verdi.
Gardiyanlar, tüm tutukluları avluda toplayıp bir yarışma yapılacağını açıkladı. Türküm, doğruyum andını en iyi okuyan kişiye her hafta görüş olanağı sağlanacak ve tuvalet temizleme gibi işler yaptırılmayacaktı. Yarışma günü geldi. Komutanlar bir masaya dizildi. Tutuklular teker teker Türküm, doğruyum, çalışkanım andını okumaya başladı.
Fakat aradan geçen beş günde hiçbir şey değişmemişti. Tutukluların çoğu, Türküm dese bile ‘doğruyum’u “dogriem” diye okuyordu.
Komutanların yüzü asıldı, sinirleri gerildi. Belli ki, yarışmadan sonra ufukta iyi bir dayak gözüküyordu.
Tam o sırada bir mahkûm, bir tiyatro oyuncusu edasıyla, kelimeleri tek tek tonlayarak gür ve net bir sesle andı okumaya başladı. “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.”
Komutanlar bu güzel ant içme karşısında yerlerinden fırladı. Ayakta alkışlıyorlardı tutukluyu.
Sonuçta onu birinci ilan ettiler. Komutan birinciyi tebrik edip diğer tutuklulara döndü:
“İşte Türküm, çalışkanım böyle yürekten söylenir. Kürt mürt yoktur. Sadece Türk vardır. Herkes bu arkadaş gibi okuyacak. Göğsünü gere gere ‘Türküm’ diyecek.”
Sıra sıra dizilmiş tutuklular kaçamak gözlerle birbirilerine bakıyor ve kendilerini tutamayıp kıs kıs gülüyorlardı.
Birinci seçilen tutuklu, gözlerini kocaman kocaman açmış yanında duran komutanın ne dediğini anlamaya çalışıyordu.
Çünkü o, uyuşturucu kaçakçılığı nedeniyle tutuklanmış bir Alman vatandaşıydı.” (Oğuz Güven- Zordur Zorda Gülmek)
Andımız, İsmail Beşikçi’nin tutuklanmasına, Erbakan’ın siyasi yasak almasına da neden oldu.
28 Şubatçı anlayışın devam ettiği 2000 yılında partisi kapatılan eski Başbakan Necmettin Erbakan’ın siyasi hayatını tümüyle bitirmek isteyenlerin aklına 1994 yılında Bingöl’de yaptığı konuşmada Andımız’ı eleştiren sözleri gelmişti:
“Bu ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe başlarken, besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine, ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım.’ Sen bunu söyleyince, öbür taraftan da Kürt kökenli bir Müslüman evladı, ‘Ya öyle mi, ben de Kürtüm, daha doğruyum, daha çalışkanım’ deme hakkını kazandı.”
Erbakan, bu konuşması yüzünden “halkı ırk ve din farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği” suçlamasıyla bir yıl hapis cezası aldı ve bu ceza daha sonra kaldırılana kadar siyasi hayatının sonu oldu.
Yani Andımız aslında hiçbir zaman sadece Andımız kalmadı. Hepimizin andı da olmadı.
En başta çocukların, toplumun değil, devletin andı oldu.
O andı gönüllü olarak birbirimize karşı değil, zorunlu olarak devlete karşı içtik.
Bu yüzden her devirde hem metni hem de uygulaması sık sık değiştirildi.
1992’de andın sadece Pazartesi günü derslere başlarken değil, her gün okutulmasına karar verildi.
28 Şubat günlerinde 1997’de and sadece ilkokullarda değil, ilköğretim okulu haline getirilen ortaokullarda da zorunlu hale getirildi.
2003’de Andımız’daki “Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk” cümlesi, “Ey Büyük Atatürk” olarak değiştirildi. 2012’de ortaokullarda Andımız okuma zorunluluğu kaldırıldı.
Uzun yıllar Mazlum-Der, Özgür-Der, Eğitim-Bir-Sen gibi İslami sivil toplum örgütleri, bazen Eğitim-Sen gibi sol sendikalar, liberal çevreler ve Kürt siyasetçiler, aydınlar Andımız’ın kaldırılmasını talep ettiler.
Ve nihayet 2013’de Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı Demokratikleşme Paketi’yle Andımız tümüyle kaldırıldı.
O günlerde bu karara yönelik eleştirilere Başbakan Erdoğan, okuyunca insanda 8 yıl geriye gitmişiz hissi uyandıran sert bir cevap vermişti:
“Andımız olarak bilinen metnin yazarı son derece tartışmalı isim olan Reşit Galip’ti. Reşit Galip Türkçe ezan zulmünün mimarlarındandır. Ayrı Reşit Galip insanları kafa taslarına göre sınıflandıran sözüm ona bir bilim insanıydı. Ant uygulamasının cumhuriyetimizle uzaktan yakından ilgisi yoktur…30’larda Hitler ve Stalin gibi toplumu formatlamak için bu tür uygulamalar yapılıyordu. Dünyanın hiçbir gelişmiş ülkesinde çocuklar içtimaya dizildiği, ırkçı sloganlar okunan metinler göremezsiniz. Bal bal demekle ağız tatlanmaz. balı yersen ağız tatlanır, Türküm demekle Türk olunmaz. Doğruyum demekle çalışkan olunmaz. İnsan ailesinden öğretmenlerinden çevresinden aldığı eğitimle bir takım değerlere sahip olur.”
Ama Danıştay’ın kararı, Bahçeli’nin bunu “pimi çekilmiş bombaya” benzetmesinden sonra ne Cumhurbaşkanı’ndan ne de bu tarihi adımı atmaya cesaret etmiş AK Partililerden, hatta onlara bakan gazetecilerden henüz hiçbir ses çıkmadı.
İktidarı kendi kriziyle başbaşa bırakıp en başta ki soruya geri dönelim.
Peki, yarın Cumhurbaşkanı Erdoğan bir kararnameyle, Cumhur İttifakı’nı korumak için Andımız’ı ilkokullara geri getirse ve ikinci bir kararnameyle de her gün parti kongrelerinde yaptırdığı şu Rabia andını her sabah liselilere zorunlu yapsa, hararetle Andımız’ı geri isteyen muhalifler buna diyebilir?
Hangi çağdayız mı?
Bu otoriter bir yemin mi?
Bu işler sadece diktatörlüklerde kaldı mı?
Kendini Türk olarak tanımlamayıp, çocuklarına her sabah bu andın okutulmasından rahatsız olanlara, çocuğunun herhangi bir şeye varlığını armağan etmesini istemeyenlere, çocuğunun her sabah herhangi bir şey için ant içmesinden rahatsız olanlara ne diyor bu andı savunanlar?
Burası Türkiye, ya andı oku, ya terk et mi?
Haklı olarak okullarda din dersinin zorunlu olmasına karşı çıkanlar, istemedikleri bir andı çocuklarının okumasını istemeyen ailelere bu çelişkiyi nasıl açıklayacaklar?
İktidarın Danıştay’ı, yargıyı istediği kararları anında çıkarmak için kullanmasına, keserlerinin hep kendine yontmasına karşı çıkmak haklı bir eleştiri.
Ama otoriter dayatmacılığa, dindar nesil yetiştirme projesine karşı çıkarken, başkalarının ne düşündüğünü umursayıp bir andın çocuklara zorunlu olmasını savunmak muhaliflerin demokratlığı hakkında hiç de iyi şeyler söylemiyor. Bu böyle next next yapılıp geçilecek, aman muhalif blokta çatlak olmasın diye konuşulması lüzumsuz bulunacak bir konu değil.
Konu tam da bugün iktidarın eleştirilen dayatmacılığının muhalefetteki versiyonudur. Üstelik bu henüz dayatma yapacak bir iktidarları olmayan halleri..
Otoriter ve asimilasyoncu devlet politikalarıyla eskitilmiş bir andı ısrarla tatlı çocukluk hatırası olarak dayatan ve ondan “Andımız” diye bahsedenler, sadece Trabzon Emniyeti’nin resmi twitter hesabından yaptığı kurşunlardan Andımız paylaşımına yazılanlara bakıp, bu andın anlamı ve bazı insanlara neler hissettirdiği üzerine bir empati yapabilirler.
Hayır maalesef bu “Andımız” değil, öyle olamadığı için de sekiz yıl önce kaldırılmıştı. Ve tepkilere bakılırsa hala Andımız olmamaya da devam ediyor.
Bizi birleştirmiyor, bölüyor, bugün bile…