Ana SayfaManşetBencillik sanatın başına belâ!

Bencillik sanatın başına belâ!

Mektepli yılların her anlamıyla “tek (biricik) ceket”leri, her gün giyile giyile parlamış kumaşı, omzu çökük vatkası, heybe gibi sarkmış cepleriyle, ceketten çok melâmet hırkasını, servetini, asaletini çoktan yitirmiş Hulusi Kentmen robdöşambrını andırırdı.

Çocukluğun bir an önce büyüme sevdası dışında, ceketle, takım elbiseyle, kravatla hiç geçinemedim. Bir mücadele zeminiydi. O yıllarda ortaokulda, lisede kıyafet mecburiyeti -azimli olursan- ceket görünümlü koyu renk hırka, montla delinebildiği için uzak kaldı hayatımdan.  

Esasen o dönemdeki her anlamıyla “tek (biricik) ceket”ler de her gün giyile giyile parlamış kumaşı, omzu çökük vatkası, heybe gibi sarkmış cepleriyle, ceketten çok melâmet hırkasını, servetini, asaletini çoktan yitirmiş Hulusi Kentmen robdöşambrını andırırdı.

Üniversitede kıyafet zaten ya hey… İş hayatı derseniz, o günlerde çoğu genç akademisyenin gardrobu Anne Marie David’in aranjmanından ibaretti: “Neşeli gençleriz biz / Yaşamayı severiz / Bir pantolon bir gömlek / Şibidibidip şibidibidip dip…” (Aranjman furyasında, o kült Jesus Christ Superstar rock-operasının Fransız versiyonunun başrolünde Maria (Mary) Magdalena’yı oynayan David’e o şarkıyı söylettik ya… Bizden elbette korkulur.)

Sivil itaatsizliğin içgüdüsel (kaşıntılı) bir hücresi olarak ceket-kravat direnişim, akademisyenliğin ardından gazetecilik yıllarımda da devam etti. Hep “mutfak”ta, yazı işlerinde çalıştığım için -devletlû istisnalar dışında- o illetten kolayca kurtuldum. Öyle ki… Bu nevi insanları ceketli, takımlı görenlerin “Düğüne mi, cenazeye mi?” diye takılması, espri değil gerçektir aslında.

Laf açılmışken… Ceketin rivayete göre “beyefendi” imajının, bir kısım ağır gençlikte de “ceket omuzda” kostaklanmasını yarattığı söylenebilir. Oysa kabadayılıkta omuza alınan ceket, Ref’i Cevad Ulunay’ın eski İstanbul kabadayılarını anlattığı “Sayılı Fırtınalar”da öyle değildir. Omuzda ceket, kavgada onu anında atıp, o hengâmede muhtemel sınırlayıcılığından, kasmasından kurtulabilmek içindir. Ceketin ana işlevi de koltukaltında taşınan saldırmayı, beldeki “piştov”u saklamak, silahsızsa çekilen bıçağı ceketi koluna sarmalayarak savuşturmak olarak anlatılır. Yani ceketi “nüfuz”una alırken de, fırlatıp atarken de hafifletici sebeplere hâkim olmalısın.

“Asla ceket giymeyeceğim” andı

Bütün bunlar, Quentin Dupieux’nün “Deri Ceket” adıyla dolaşıma giren 2019 yapımı “Le Daim-Geyik” filminin ilk sahnesinde aklımdan geçti. Kuyrukta bekleyen gençlerin ellerindeki ceketleri bırakarak, “Hayatım boyunca bir daha asla ceket giymeyeceğime söz veriyorum” andını görünce, “Tamam” dedim, “bizim kafadan…”

Bir süre sonra meselenin hiç de öyle olmadığını görmek, şaşırttı beni doğrusu. Müzisyenliğiyle sahnede Mr. Ozio adıyla da tanınan yönetmenin her filmi izleyeni şaşırtıyor zaten. Şaşkınlıktan sinema salonunu terk edenlere de sık rastlanıyor.

O sahnenin ardından filmin ana kahramanı Georges’u (Jean Dujardin) görüyoruz. Arabasının radyosunda çalan yarım asırlık “Et si tu n’existais pas (Eğer sen olmasaydın)” şarkısı eşliğinde rahvan gidiyor “hiçbir yer”e… Joe Dassin’in Türkiye’de de popüler olan aşk fısıltılı şarkısındaki gibi “terk edilmiş, artık var olmayan ya da hiçbir şey olan, hiçbir yerde yaşayan” biri gibi. 

Benzinlikte durduğunda, arabanın camında üzerindeki o şık kadife ceketine bir süre bakıyor… Kendini, ceketini inceliyor… Ardından, gittiği tuvalette ortalığı su basması pahasına, o güzelim ceketi klozete iyice, uğraşarak, ayağıyla bastırarak yok ediyor. O görüntüler, seyirciyi Michael Haneke’nin “The Seventh Continent (Yedinci Kıta)” filmindeki tüm paraları klozete atma sahnesi kadar zıplatmasa da çarpıcı. (Türkiye’de benzer “klozet sahnesi”ni çekerek seyirciyi, toplumu zıp zıp zıplatacak envâi malzeme var ama yüksek yargı kuluna zıplamasın diye söylemeyeceğim, “You know, man…”)

Ceketimi atar giderim…

Georges elindeki haritayla epey uzak bir yere, kırsala gidip, ilânını gördüğü “ikinci el geyik derisi ceket”i heyecanla satın alıyor. Davy Crockett’in her yeri saçaklı deri ceketinin “Made In Italian” versiyonu, tüm parasına, 7 bin 500 euro’ya mal olsa da mutluluktan uçtu uçacak… O an tek sevdasının, Dassin’in şarkısındaki gibi sevgiliye değil o cekete olduğunu öğrenmemizle yönetmenin “ters köşe”leri başlıyor.

Geyik derisi ceket, üzerinde biraz “o yar uzun boylu ben kısa kaldım” misali dursa da, şatafatına hayran. Aynada uzun uzun, döne döne ceketi, o ceketle artık dünyayı yakacak “yeni Georges’u” seyrediyor. Alamıyor gözünü… “Hayatımda hiç bu kadar para görmemiştim” diyen satıcı ise, sevinçten ya da satışı bir an önce mühürlemek telaşıyla eski bir video kamerayı da bonus olarak veriyor. “Deri ceketli adam” filmini o sayede çekecek. Fransız yönetmen “Le Daim”de de “film içinde film” muzırlığından vaz geçmiyor. Onun filmlerinde eskinin bir nevi “Üç film birden” promosyonunu yaşamak mümkün.

Georges karısı, kenti, işi gücü, varsa eşi dostu tarafından terk edilmiş, beş parasız bir profil gibi gözükse de, “Önce ben terk ettim” diyemese de, öyle ya da böyle alıp başını giden bir adam. Aklıma, “American Beauty (Amerikan Güzeli)” filminde karısından, işinden, sorumluluklarından azade olunca ilk iş olarak tazminatını 1970 kırmızı Pontiac Firebird’e yatıran Lester (Kevin Spacey) geliyor ama… Dupieux’nün kazının ayağı öyle değil.

“Ceketimi alır (atar) giderim” ıslığıyla bilinmeyen bir yola çıkmanın o hüzünlü, o “delikanlı” tadı ne kahramanının, ne de yönetmenin umurunda. Geçmişiyle tek bağı parmağındaki alyans. O da kalacağı salaş otelin peşinatı…

Hepimiz yönetmeniz…

Odasındaki aynada, inerken-binerken arabasının camında, her vitrinde, her fırsatta, o geyik derisi cekete, daha doğrusu “deri ceketli yeni Georges”a hayranlıkla dalıp gidiyor. Yönetmenin bazı sahnelerdeki ketumluğunu, filmlerini izleyenlerin muhayyilesine meteor gibi düşen metafor yağmuruna dayalı dilini de önce orada teşhis (ayakta teşhis) ediyorum.

Hepimiz yönetmeniz… O anlatım yeterli mi? Hedefi olması gerektiği gibi 7.5 milyar insansai bence değil. Georges’u dere kıyısına götürüp, suyun aynasında Narkissos gibi ömür (film) boyu kendisini seyrettirseydi, o derenin aynası geceleri rüyasına filan girseydi, yahut direkt “Ayna, ayna söyle bana, var mı benden güzeli dünyada?” dedirtseydi, narsizmi daha iyi kavramaz mıydık? Tamam, film senin, ama gösterdiğin anda benim, toplumun artık. Bencillik sanatın başına belâ. James Cameron’dan sosyal empati edinir biraz insan.

Hıncal Hıncal severim kerataları da… “Sanat filmi” çeken yönetmenler herkesi kendi gibi biliyor; sinemanın en kitlesel ilkesi, halkçı misyonu olan “kolayca anla(şıl)ma”yı mısır kovasını karıştıran seyirciye bırakıp, işin içinden sıyrılıyor. Sanat sanat için midir… Değilse bir anda nereden geldiği belirsiz o nesepsiz yumurtadan çıkan tavuk ortalıkta niye, hangi manada gezinmektedir… Yoksa tavuk-yumurta, tersi midir? El âleme bırakmayıp, netleştirmelisin.

Tarz dediğimiz Hürriyet Meydanı

Garibim Georges’a gelince… Ceketi, sonradan görme megaloman, mitoman, sosyopat, apatik belirtiler sergileyen karakterine, Mel Brooks’un “High Anxiety (1977)” filmindeki “Very Very Nervous Clinic”in tabelası misali fetişizmi de ekliyor. Georges’un nezdinde absürt görünen bir nesneye benliğinin ana tanımlayıcısı/tamamlayıcısı olarak özenme-bağlanma fetişizmi ve o sallantılı abidede taşlaşan megalomani, insana yabancı bir duygu değil. Deneyince, enjekte edince bırakamıyorsun.

“Takım”ını giydiğinde yürüyüşü, on yüz bin milyonluk kol saatini taktığında saate-zamana bakışı değişen, siyasal narsizmini kırmızı atkıyla, kasketle sürdüren motiflerle çok da istisnai sayılmaz. Olsun… “Tarz” yahut “tarz-ı kıyafet” dediğimiz bir Hürriyet Meydanı var. Olmalı da elbet… Tarz-ı hususî (Tarsusi kahveyi kast etmiyorum) yakıştığında, “iyi taşıdığında” harika.

Ancak aksesuardan medet uman “tarz”ın, eğreti bünyeye etkilerini iyi kestirmek gerek. Yoksa ve mesela tarzda-kıyafette “old fart” akımına dair şehir kütüphanelerine bibliyo (biblo da denir) olman işten değil. Ama ben o topa, o mevzuya girmem kırmızı çoraplarımla…

Hepsi insanlık hâli, hepsi hürriyet de… Georges gibi ceketinle konuşmaya başlarsan, benliğini sadece onunla bulur, itibarını ondan beklersen, giderek o’na/o’nlu kendine âşık olursan durum vahim. Nasreddin Hoca’nın “Ye kürküm ye” fıkrası, bugün de sağlam kara mizah. O “kılıf” çıktığında “kral çıplak” kalırsın.

Nitekim Georges’un üzerine giydiği ceket de, ondan daha karakterli, daha “var” ve çok daha biyografili. O mu ceketi doğurdu, ceket mi onu… Yine tavuk-yumurta. Georges kendindeki “eksikliği” az biraz fark ettiğinden midir, yoksa iyice “tek” olma saplantısından mıdır… “Ceket”inden açıkta kalan benliğini, yine geyik derisinden saçaklı Pecos Bill pantalonu, eldiven, kovboy şapkası, çizmelerle kapatıyor.  (Baştan aşağı aynı renk, aynı donanım tuhaftır ama taşıyamayana… Bence ceketi, gömleği, kemeri, pantolonu, çorabıyla baştan aşağı bembeyaz kıyafet, Müslüm Gürses’e yakışıyordu. Bilhassa Muhterem ablamızın muhtemelen renklilerle yıkadığı artık pembeye çalan beyaz çorabıyla… Haddim değil, asla ironi yok, yakışıyordu, biz onu öyle sevdik.)

Yönetmenin “gentle madness”i

İnsanın kendini öyle “tarz”larla dünya(sın)da “tek, biricik” hissetmesinin riskleri de öyle başlıyor. Ceketi Georges’la sohbet ederken “En büyük hayalim dünyadaki tek ceket olmak” diyor (“şık” kıyafetler konuşur). Georges coşkuyla yanıtlıyor ceketini: “Kulağa hoş geliyor, çünkü benim de en büyük hayalim dünyadaki ceketli tek adam olmak.”

O saplantıyla, ceketinin de dolduruşuyla önce insanları kandırıp, ceketlerini çalıp yok ediyor.  Ancak ceket uyarıyor onu: “Yok… Bu iş böyle yürümez…” Seri ceket cinayetleri başlıyor. Bir insan “tek adam” olmak için neler yapar, neleri göze alır, meselesi. Kabahat hep o “ceket”te, makamda gibi. Bazen kareli çapraz bulmaca…  

Kara mizahtan öte sanki psikiyatrik mizah, mizaç ironisi seyrinde anlatılan Georges’u görünürde yalnızlıktan deliliğe, delilikten “tehlikeli”ye,  sonuçta suça sürükleyen süreç de alıştığımız gibi değil. Onun “deliliği” de zaten bildik örneklerinden çok, yönetmeninin deyişiyle “gentle madness”. Çok adam öldürmedikçe çağdaş komplikasyonlar…  

Tipik bir “orta yaş krizi” misali başlayan “rahatsızlığı”, giderek seri katilliğe dönüşse de, onun sıradan, renksiz, absürt bir karikatürü. Yönetmenin amacı da öyle gözüküyor; Georges nihayetinde insanın mahzenindeki küçücük hücresinde voltalayan sıradan seri katilin ortaya çıkmışı. Hannibal Lecter’ın veganı değil yani. “Le Daim” de polisiye, seri cinayet filmi filan değil zaten. Belki “sıradan” şiddet.

“Big brothers”ı anmadan olmaz

Böyle deyince… Yolu kara mizahtan geçen yönetmenleri, röportajlarında Coen Kardeşler’den söz etmezlerse dövüyorlar sanıyorum. Benim asla katılmadığım, Georges’un Big Lebowski’yi andırdığı yorumları bir yana, Dupieux de sinemanın “big brothers”ını anıyor. “Le Daim”ı tasarlarken, senaryosunu yazarken aklındaki tek filmin “İhtiyarlara Yer Yok” olduğunu vurguluyor. Ben iki filmdeki katilin de şahsa ait handmade silah kullanması, kovboy mont-çizme tercihi dışında çağrışım yaşamadım şahsen. Her filme “aşırma dedektifliği”yle bakmak inzibatın işi.

“Le Daim”in iki oyuncusu da başarılı; her filmindeki gibi zaman zaman “teatral performans” da bekleyen yönetmenin isteğine, “kara mizah”ın iklimine hakkını, ayarını vererek uydukları aşikâr. Zaten iki ana oyuncunun götürdüğü filmde boy gösteren Bafta, Cannes ödüllü Jean Dujardin, “Artist” filminden de Oscar’lı… Barmaid Denise’i canlandıran, ikisi Cesar olmak üzere bol ödüllü Adele Haenel’i ise en son “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” (2019) filminde izledik. Haenel 12 yaşından 15 yaşına kadar yönetmen Christophe Ruggia’nın tacizine uğradığını açıklayarak “Me too” hareketinin de yüzlerinden biri. Bu yıl Şubat ayında düzenlenen, kendisinin de aday olduğu 45. Cesar Ödül Töreni’nde, filmiyle 12 dalda aday olan, 13 yaşındaki çocuğa tecavüz firarisi Roman Polanski’ye ödül verilmesini protesto ederek salonu terk etti. Bağırdı giderken, “Bravo pedofili…”

“Seri eleştirmen”e göre değil

Dupieux, filmleri çok tartışılan bir yönetmen. Benim için de yeri, kuyumculuğu biraz muallakta. Ama o, bazısı “Bu ne yahu!” filmlerinde mantıklı, inandırıcı, düzenli, anlamlı bir seyrin, senaryonun peşinde, derdinde değil. “Dev bir prodüksiyon-gişe yerine, keyfimce düşük bütçeli, kendi tarzımda onlarca film yaparım” diyen bir yönetmen.

O nedenle, seyrettiği filmleri kendi ezberlerini sıralayarak yerden yere vuran, kendi gerçeği dışındaki her şeyi “saçma” gören “seri eleştirmen”lere göre değil. (Hıncal Uluç’u kastetmiyorum. Yahut “hiçbir şey kastetmemiş isem de kesinlikle bir şey kastetmişimdir” şiarınca, Uluç’un denk geldiğim “Bir Başkadır” dizisi, “Bir Zamanlar Anadolu” filmi filan hakkındaki “seri eleştirmen”liğini kastetmiş olabilirim elimde olmadan.)

Film, sevdim-sevmedim ikileminden uzak bir yerlerde… Sinemanın yeni yollara saptığı, bazen yolunu uzatsa, kaybetse bile bize yeni, hattâ tuhaf manzaralar, “hayat”lar sunduğu o rüya ülkesinde. Bence hayra yorun.

“Ben olsaydım” mesela!

Filmleri, dizileri, hatt3a tiyatro eserlerini önce uzunluğuyla eleştiren “seri eleştirmen”leri yine kastetmemekle birlikte… Boynum pek sevdikleri E.T.’den ince. Fecaatin fevkinde uzattım. Üstelik “Kısa yaz herkes okusun, hattâ hiç yazma herkes bildiğini okusun”a da vakıfım. Heyhat, çektiği/çekiştirdiği kısa filmde şişen, nafile terapiyi uzun yazıda arıyor.

Film çekmek, “sen imkânsızsın, sensizlik imkânsız” bir mesele benim için. Hayatı boyunca film seyreden… Gençliğinde edindiği sahibinden hor kullanılmış Super 8 kamerayla eşini-dostunu artist yapıp, pertavsızla bakarak seloteyple montajladığı biricik kısa(cık) ilk ve son filmini çeken… Onu hemen her yarışma katılımcısı gibi çevresinin dürtmeli ısrarıyla (darbeli matkap) Ulusal Kısa Film Yarışması’na yollayan… Ardından, eseri yarışmaya gönderilen toplam 100 küsur filmden, gösterime alınan “100 film” arasına o bir kaç “küsur”da kalarak giremeyen sayılı “yönetmen aday adayı” olarak (ya da olamayarak)… Bu uzun, zorlu kariyerimle “Le Daim” hakkında da tabii ki diyeceklerim, dudağımı o yaygın tikle büken eğri soru işaretlerim var.

Hepimiz yönetmeniz nihayetinde… Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şey olmuştur filmde. Film seyrederken zor zaptettiğim sanatçı refleksimle “Ben olsaydım”  mesela… Dupieux’nün vakayı âdiyyeden finali yerine, ormanda keyifle koşturan -baştan aşağı- geyik Georges’u avcılar hakiki geyik sanarak vursalardı daha güzel, daha “kara”, daha “mizah” mı olurdu acaba? Asla bilemeyeceğiz sevgili seyirciler.

YAZI FOTOĞRAFI: Yazım için Photoshop’da (foto satış) biçimlendirdiğim fotoğraf, Georges’a “tanı koymak” amacıyla ülke standartlarında üretilmiştir. Emsalleriyle alâkası, “delil” yeterliliği yoktur.

- Advertisment -