Ana SayfaManşetİstanbul-Dubai uçağında Erich Fromm’la nasıl tanıştım?

İstanbul-Dubai uçağında Erich Fromm’la nasıl tanıştım?

Anlattıkları beni çok şaşırtmıştı. Yoga konusu ve Hint felsefesi henüz bu kadar genel geçer bir zamanında değildi hiç şüphesiz. Sonra, uzun yıllar yatılı ve kapalı okumuştum. Kadın anlattıkça, “Çok ilginç” diyebiliyordum sadece. Çok ilginçti benim için. Ona göreyse ilginç olan benim gidişimdi!

Tanıştım, dediysem gerçek anlamda değil tabii. Bunun için bir kere yaşım tutmuyor, sonra o hayattayken Dubai diye bir yer var mıdır orası da meçhul. Buradaki tanışma, her ne kadar adını ve kimi eserlerini bilsem de onun büyük bir isim olarak bana anlatılmasıyla ilk kez yüz yüze gelmeme neden olan -birazdan anlatacağım- bir olayı içeriyor. Bu nedenle, ne zaman bir Erich Fromm kitabı okusam eski bir anı gözümde canlanır, gençlik zamanlarının naifliğiyle karışık bir coşkulu hali gülümseyerek hatırlar, elimdeki kitabın gizemli bir yanı olma ihtimalini aklımda tutarak daha dikkatli okumam gerektiğini düşünürüm.

Onun, Özgürlükten Kaçış, İtaatsizlik Üzerine, Sevme Sanatı ve Olmak ya da Sahip Olmak gibi kitapları gerçek anlamda bilgelik yüklüdür. Bu kitaplardan çok şey öğrenmişimdir (Nitekim, daha evvel bu köşede 13 Haziran 2017 tarihli bir yazıyla, İtaatsizlik Üzerine’ye dair yazmışlığım da var). Bu benim favori kitaplarımdandır. Kitap tavsiye etmeyi sevmemekle birlikte benden ısrarla sorulması halinde eğer bunu soran kişi ya da kişiler genç insanlarsa hiç tereddütsüz önerdiğim kitapların başında gelir, İtaatsizlik Üzerine. Kendim de yaşlandığımı hissettiğimde dönüp dönüp okurum. İtaatsizliğin büyük bir erdem olduğunu bunun kadar iyi anlatan bir kitap olmadığına dair güçlü bir inanç taşırım.    

Fromm, hümanizmin ve insanın kendini var etme çabasının hiç şüphesiz önemli isimlerindendir. Merhametli ve yücedir. İnsanın iç dünyasıyla içinde yaşadığı toplum arasındaki o büyük çatışmanın yazarıdır bir bakıma ve çözümü inançta bulmuştur. Ona göre, ancak insanüstü bir inanç, içinde yaşadığımız toplumun ve dünyanın üzerine çıkarak bakmamızı, onun dışına çıkıp baskılardan korunmamızı ve gerçek manada insani olanı mesafeli bir yerden anlamamızı sağlayabilir. Hümanizm insani olan hiçbir şeye yabancı olmama halidir ve bu hepimizin içindeki insana dair güçlü inançla mümkündür. Bu olmadığında, kişi bu dünyada kendi yaptıklarına tapmaktan kaçamaz ve içindeki boşluk büyüyerek kendinden yiyen bir dışsal yaşama dönüşür. Kendine tapmaya başlayan bir kişi, duyamaz, canlılığını kaybeder ve içsel bir acı öfkeye dönüşerek yıkıcı bir şiddet halinde tezahür eder. Fromm’un bu gibi sayısız görüşü vardır şüphesiz. Bazıları eski ve klişe gibi gelse de belki de ilk kez dile getiren olduğu için orijinalliğini yitirmeyen bir güce sahiptir. Bütün önemli yanları bir yana şunu da belirtmek gerekir ki Karl Marx’ı gerçek anlamda anlamak için Fromm’dan okumak gerekir.  

Benim bugünlerde eskilere gitmemin nedeni ise okumadığım iki yeni kitabına başlamış olmam. Bunlardan İnsan Olmak Üzerine onun çeşitli zamanlarda yaptığı konuşmalardan oluşuyor ve Fromm’la ilgili benim açımdan şaşırtıcı bilgiler içeriyor. Sadece bir örnek vermek gerekirse, vaktiyle Amerikan seçimlerinde McCarthy’yi bütün gücüyle desteklemiş ve kampanyasına, hatta konuşmalarına büyük bir katkı vermiş olduğunu öğrenmek, bana hep güncel siyasetin dışındaymış gibi geldiğinden hayli şaşırtıcı oldu. Sonrasında seçimi Nixon’a karşı kaybetmiş olmaları da!

Eskiye dönersek, bir vakitler, yol güvenliği ya da Türkçe’ye trafik güvenliği diye çevirdiğimiz bir Dünya Bankası projesinin İçişleri ayağında çalışıyordum. Projenin içindeki bazı sorumluluklarımın yanında yeni kurulmuş olan Trafik Araştırma Merkezi Müdürlüğü’nün de dış ilişkiler masasına bakıyordum. İlginç şeyler yapıyordum. Londra’nın merkezine araçlı girişlerin ücrete tabi olması ilk o dönemlerde tartışılmaya başlanmıştı mesela ve bu gibi gelişmeleri Bakanlığa taşıyıp tartışılmasını sağlıyordum. Ankara merkezi için de benzer bir şey düşünülemez mi diye düşündüğümüz zamanlardı. Bütün bunlar olurken dünyanın çeşitli yerlerinden çok sayıda konferans ya da toplantı daveti geliyordu kurum ya da daire başkanı veya genel müdür seviyesindeki temsilciler adına ama garip şekilde kimse bu mektuplarla ilgilenmiyordu. Kısa bir cevap yazıp teşekkür etmek bile zahmetli geliyordu. Bana göre ise gelen her yazı ya da mektup bir şekilde cavaplandırılmalıydı (Bu kısımda bürokrasimizin aziz temsilcileriyle yaşadığım ayrı güzel hikâyeler var ama yer darlığından ve bütün Pazar’ı yememek için bunu başka bir yazıya bırakmak durumundayım.)

Gelen bütün mektuplara bir biçimde cevaplar yazıyordum, kim bilir belki de yaptığım işi biraz fazla ciddiye alıyordum. Trafik de çok önemsenen bir konu değildi nedense. Bir süre sonra bize ikinci kez mektup gönderenler de beni gereğinden fazla ciddiye almaya başlamıştı. Mektuplar artık genel müdürün, genel müdür yardımcısının ve bir de benim adıma gelmeye başlamıştı. İsme gelen davetler alıyordum. Yaşım ve konumum nedeniyle etrafta dalga konusu oluyordum. Devlette böyle “fantezi davetler” ve ona katılmalar pek olmaz, daha gençsin öğrenirsin yollu takılmalardı bunlar. “Biz çok gittik sen de gidersin” diyenler oluyordu. Fantezi demelerinin nedeni, bu davetlerin genellikle Arap Emirlikleri, Pakistan, İran gibi Batı dışı -bayağı Batı dışı!- ülkelerden gelmesiydi. Bir de Ecevit döneminin ekonomik tedbir paketinin çok sıkı uygulandığı bir dönemdi ve devlet bütçesinden zorunlu -ama gerçekten zorunlu- nedenler dışında her türlü yurt dışı gidişi durdurulmuştu. Cebimizden tek kuruş çıkamıyordu. Bir de bu ülkelere dair bakış da garip bir “tepedenlik” içeriyordu; bu ülkelerden alacak verecek neyimiz olabilir ki!

Her neyse, günlerden bir gün bu kez sadece benim adıma bir davet yazısı geldi Hindistan hükümetinden. Yeni Delhi’de sürdürülmekte olan bir Yol Güvenliği Proje’sinden söz ediyordu ve Indian Institute of Technology ve UNDP arasındaki bu proje kapsamında Türkiye’yi temsilen (evet, Türkiye’yi temsilen!) beni -sadece beni!- çağırıyorlardı. Her türlü yol, konaklama, iaşe ibade ne varsa karşı taraf karşılıyor, programın gerekirse uzatılması planlanıyordu. Tam devletimizin istediği türde bir davetti! Çok güçlü bir davetti bu ve isme olduğu için koca koca daire başkanları benim yerine adlarını kolayca yazamamışlardı. Kısa süre sonra, müstehzi bakışlarla müdürlüğün koridorlarından bu kez geçen ben olacak ve kendimi hava limanında, Emirates’in Jumbo Jet’inde bulacaktım.

Sebebini tam olarak açıklayamadığım masalsı bir atmosferi vardı uçağın. Öyle bir uçağa bir daha hiç binmedim sanırım. Çok heyecanlıydım. Ülkeyi temsil etmek ne büyük bir sorumluluktu, gururdu. Her gün için ne giyeceğim, gömleklerim kravatlarım eksiksiz olarak günler öncesinden hazırlanmış, 10 gün için koca bir valiz dolmuştu. Önce Dubai’ye uçacak orada birkaç saat bekledikten sonra Yeni Delhi’ye geçecektim. Bizim oraların tabiriyle “kasım kasım kasılıyordum”. Hani burnu düşse eğilip almaz denilen durumun içindeydim Tam olarak ne yaparak temsil edeceğimi, ne söyleyeceğimi bilmesem de ülkeyi temsil edecektim. Dahası, yaşımı biliyorlar mıydı acaba ve beni gördüklerinde yanlışlıkla bir “çocuk” çağırdıklarını düşünürler miydi? İngilizcem yeterli miydi? gibi yaşadığım içsel sorularla çalkalanırken bir yandan da yüzümde bir olgunluk, bir görmüş geçirmişlik ve hayli tecrübeli bir adam hali oluşsun diye uğraşıyordum. Sanırım yapabiliyordum da. Hostes açamadığı şampanya şişesi için yardım istemeye bana doğru gelmezdi yoksa. Görmemeye çalışsam da yüzümdeki tecrübe kolayca ele veriyordu. “Lütfen bana doğru geliyor olma” diye geçirdiğimi hatırlıyorum içimden.

Neyse ki bu vartayı bir şekilde atlatabildim. Çok geçmeden yanımda oturan 35 yaşlarında, uçaktaki çok az sayıda Türk’ten biri olan kadın söze girdi. “Hindistan’a mı gidiyorsunuz” diye soru. “Evet dedim Yeni Delhi’ye.” “İş için mi gidiyorsunuz?”. “Evet” dedim, çok sık olarak iş için Hindistan’a giden insanlardan hiç de farklı olmayan bir tavırla. “İçişleri Bakanlığı’nda çalışıyorum da bir proje kapsamında gidiyorum” diye ekledim. Kadın sadece “çok ilginç” dedi. Biraz depresif bir hali vardı açıkçası, bu haline verdim. Yoksa, “koca İçişleri Bakanlığı adına gidiyoruz dedik tepki bu mu olmalı” gibi bir his de geçmedi değil içimden. Hiç değilse biraz coşku olabilirdi yani! Hafiften kızmıştım sanırım. Bu kez ben sordum, “siz ne için gidiyorsunuz” diye. Daha çok “sizin ilginç olmayan sebebiniz ne acaba çok merak ettim” diyen bir tonlamayla. “Siz de mi Yeni Delhi’ye?”. “Yok” dedi kadın, “Bombay’a”. Sonra hikâyesini anlatmak istedi…

Özetleyerek anlatacak olursam, büyük bir bankada üst düzey yöneticiydi ve bir süredir hayatın anlamını sorguladığını, her şeyin çok anlamsız geldiğini ve bu arayışın sonucunda İstanbul’da Hint inanışlarıyla ilgilenen ve etkilenen bir toplulukla tanıştığını, bunun kendisine çok iyi geldiğini anlattı. Bu topluluk üzerinden yeni topluluklarla da iletişime geçmişti. Farklı topluluklarla yoga yapmayı seviyordu. Bombay’a gidiyordu çünkü ertesi sabah güneşin doğuşuna karşı bir grupla yoga yapacaklardı ve sonraki gün geri dönecekti.

Anlattıklarını şaşkınlıkla dinliyordum. O kadar şaşırmıştım ki yüzümdeki tecrübeli insan halini sürdürmeyi unutan sorular sorarken bulmuştum kendimi. “Ama dinimiz de çok güzel, yeterince araştırdınız mı ki?” İç hukuk yollarını tükettiniz mi demeye getiriyordum. Anlattıkları beni çok şaşırtmıştı. Yoga konusu ve Hint felsefesi henüz bu kadar genel geçer bir zamanında değildi hiç şüphesiz. Sonra, uzun yıllar yatılı ve kapalı okumuştum. Kadın anlattıkça, “Çok ilginç” diyebiliyordum sadece. Çok ilginçti benim için. Ona göreyse ilginç olan benim gidişimdi!

Bunları anlattıktan sonra bir süre sessizlikle geçti. Bu anlatılanları sindirmem gerekiyordu. Böyle insanlar vardı demek. Atlayıp Bombay’a gidip sabaha karşı yoga yapıp dönen, iyi bir kariyere, güzelliğine, ekonomik olarak fazlasıyla memnun olmasına ve her türlü prestijine rağmen anlam bulamayan insanlar…ilginçti. Sessizlik birden kadının heyecanıyla son buldu. “Biliyor musunuz” dedi, “Ben, aydınlandım.” Yolculuk boyunca ilk kez böylesine heyecanlıydı. Bense, ilk kez bu kadar heyecansız ve sessizdim. “Öyle mi, güzel” diyebildim. Böyle bir durum karşısında ne deneceğini bugün hâlâ bilemiyorum. “Bak ablacım, ilk kez yurt dışına çıkıyorum, çok gerginim n’olur benimle oynama” demek de güzel olabilirdi. “Aydınlanma derken…” diyecek oldum mu olmadım mı hatırlamıyorum kadın başladı yine anlatmaya. Erich Fromm’la başlayan bir aydınlanma zincirinden söz etti. İnsanların birbirlerine içlerindeki iyiliği geçirebildiklerinden ama her insana bunu yapmanın söz konusu olmadığından, eğer olursa aydınlanıldığından bahsetti. Dilim tutulmuş gibi dinliyordum. Tecrübeli halim yerle birdi. “Aydınlanmak ister misin?” diye sordu sonra. Bana ne yapacak acaba diye düşünmeden edemedim. “Nasıl yani, ne yapacağız ki bunun için” dedim, “aman nolur işine git yoganı mı yapıyosun neyse ne beni bulaştırma” demek istiyordum aslında. Fakat, her şey kendiliğinden gelişiyordu. “Kapat gözlerini” dedi. Çaresizce “kapattım.” O da kapamıştı gözlerini ve tam konsantre olmuş halde sağ elini başımın üzerinde gezdiriyordu. “Kimse görmese bari” diyordum içimden. Böylelikle 3-4 dakika kaldım sanıyorum ve sonra “Açabilirsin, sen de aydınlandın” dedi. İçindeki iyiliğin bana geçtiğine dair bir enerji hissetmişti! Buna hiç inanasım gelmese de hemen sonrasındaki Hindistan günlerinde yaşadıklarımı normal yollarla açıklamak sanırım mümkün değildi ve ben giderek olan biteni bu tecrübeye bağlamaya başladım (Bu kısım da ayrı bir yazı konusu olsun). Aydınlanmıştım ve Hindistan’daydım. Türkiye’ye aynı kişi olarak dönmedim sanırım ve o gün bugündür ne zaman Erich Fromm okusam içimdeki iyi insanı hissederim.

Bu yazıyı okuyorsa ve hayattaysa bu yolculuk arkadaşıma da selam vermiş olayım; aydınlandım mı bilmiyorum ama Erich Fromm’u en az onun kadar önemsediğimi bilmesini çok isteyerek…                           

- Advertisment -