Merdivenlerin başında durdum. Elimde taşıdığım torbalar yürüdükçe ağırlaşmış, sırtımdaki çanta külçeye dönmüştü. Yokuşun bittiği yer görünmüyordu. Öyle dik. İki yanımda dip dibe uzanan evlere kıskanarak baktım.
Ya Allah, yürü kızım Çağla deyip sırtımı dikleştirdim. Ağırlıktan uzadığına emin olduğum kollarımı omuzlarıma doğru çektim. Selamsız boşuna Selamsız olmamış. Tırman bakalım. Çıktıkça nefesim kesiliyor. Say kaç basamak var. Sayma boşuna yahut. Basamakları çıktıkça geri dönülmez bir yola girdiğimi hissettim. Merdivenin dengesi yok, her birinin yüksekliği farklı. Tam ayağım alışıyor bir tempoya ulaşıyorum sonraki gelen boşluğa düşürüyor. Mors alfabesi gibi basamaklar yeminle. İki kısa bir uzun. Beş uzun iki kısa. Hep bir mücadele. Çıktım ama nasıl çıktım. Tepeye kadar önümde daha epeyce yol var. Sağlık ocağının oraya ulaştım mı gerisi kolay. Abim evdedir inşallah.
Yol boyu mozaikli apartmanlara bakıyorum. Yetmişli yılların Karadenizli müteahhitlerinin mirası. Birbirine yapışık bu evler ilk depremde çökecek o kesin. İçimi bir hüzün kaplıyor. Taşıdığım yükü unutup evlere daha dikkatle bakıyorum. Depremden çok daha önce içindeki mutsuzluktan çökecekmiş gibi duran evlerde yaşayanların izlerini arıyorum. Hava soğuk. Apartmanların her bir penceresinde uzaylılarla haberleşecekmiş gibi duran çanak antenler asılı. Çanak antenlerin hepsi aynı yöne bakıyor. Balkonlardan dışarıya doğru taşan iplere çamaşırlar asılmış. Kapılar pencereler sıkı sıkı kapalı.
Perdeler peki?
Bizim evde de vardı bunlardan, dev çiçeklerin sardığı perdeler. Korku filmlerinde birden canlanıp önüne geleni ısırıp koparan canavar bitkilere benziyorlar. Annem pek severdi onları nedense. Çocukken anlamazdım hiç. Hiç. Annemin en korkunç rüyasındaki canavarın bu bitkiyle uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını nice sonra anlamıştım. Çok zaman sonra, babam daha bizi bırakıp gitmemişti. Annem karanlıkta yatağında oturmuş ağlarken benim girdiğimi duymamış, bedenindeki yaraları gördüğümde nasıl da hızla sarınıp giyinmişti. Karanlıkta bir başına oturan yaralı kadın. Yıllar içerisinde annem evin her tarafını çiçeklerle doldurmuştu. Dev kauçuk ağacı salonun bir kenarında mesela. Deve tabanı, aşk merdiveni, paşa kılıcı, menekşeler… Hepsinin bir sulanma sırası vardı. Bizden çok onlarla konuşur. Ne ekse tutar, sopayı soksa toprağa ağaca dönüşürdü. Çok sonra öğrendim annem gibilere yeşil parmak dendiğini. Annem bir bize değdiremedi o parmağı.
Bakkalın oraya ulaştığımda torbaları bıraktım elimden. Çiçekli elbisemin sırtı terden sırıl sıklam. Gözlüğüm burnumun ucuna doğru kaymış. Boynumu ovuyorum yavaşça, kendi derdime kendim çare olmaya alışkınım. Ama gene de hayat bana bir iki şey öğretti. Çırağın eline üç beş kuruş verip eve göndermek niyetim.
Çırak bitirdiğim yolculuğun torbalarını taşıyacak ben yeni başlayanları.
‘’Sen önden git de bırakıver elindekileri.’’
Saçları erkenden beyazlamış Suriyeli çocuk yüzüme bakıyor. On lirayı veriyorum eline, o hâla bana bakıyor. Ne bakıyorsun dememe kalmadan,
‘‘Abla sizin ev hangisi?’’ diyor.
‘’A unuttun mu bizi yahu, meydandan yürü villalara gelmeden, okulun duvarlarına bakan sokaktaki sağdaki ikinci ev, giriş katı. Sen balkona bırak ben oradan alırım içeriye,” diyorum.
Saçları beyazlamış çırak parayı cebine koyup, ‘‘Anladım abla,’’ diyor. Benim iki büklüm taşıdığım torbaları bir kuş hafifliğiyle alıp gidiyor.
Bakkal kasanın arkasından bana bakıyor. Saçları daha da mı çoğalmış bunun. Sakal da bırakmış. Yok ne yapsa mübarek bir surata kavuşamaz bu adam. Nur naklettirmesi lazım yüzüne.
‘‘Oo komşu yoktunuz ne zamandır, geldiniz mi artık?’’
Seviniyorum. Bakkal hatırladı. Unutmamış. Bakkalın hâla buralarda olmasına seviniyorum en çok. Her yerde pıtrak gibi açılan marketlere direnmiş demek ki diye seviniyorum. En büyük bakkal bizim bakkal.
Fakülte yaz tatiline girdi, bir süre daha buradayım, diyorum. Adam söylediklerimle ilgilenmiyor. Çalan telefondaki siparişi yazıyor defterine. İşi bitince yeniden bana bakıyor.
İki büyük su, çay, kavun, peynir, iki ekmek ne olur ne olmaz belki gerekir diye bulaşık deterjanı da istiyorum.
‘‘Kardeşiniz hep buralarda. Onu görüyoruz da sizi hiç görmüyorduk,’’ diyor.
Kardeşim değil abim. Demek dışarıya çıkıyor. Büyük gelişme.
Ben kredi kartını çıkartırken o devam ediyor.
‘‘Gerçi abi de pek çıkmıyor eve istiyor genellikle. Arada bir de olsa akşamları görüyoruz yürüyüş yaparken. Sizi soracaktım birkaç kere ama konuşmayı sevmediğinden…’’
Araya girip,
‘‘iki paket de blue rica ediyorum,’’ diyorum. Başını sallayıp arkasındaki raftan poşete atıyor.
O parayı çekerken mecburen bekliyorum. Konuşmayı seven benmişim gibi, ağzımın içinde bir şeyler mırıldanıyorum.
‘‘Sevmez o evet, yürümeyi sever. Buralardayım artık bir süre.’’
Bakkal küçük bir tereddüt geçiriyor Bir şey söyleyecek.
‘‘Abin biraz borç yaptı bize. Deftere yazdırdı. Birikti de. Çocuğu yolladım birkaç kere, çalmış kapıyı ama açan olmamış. Seni bekliyordu demek.’’
Sizden sene ışık hızıyla geçtik dakikalar içerisinde. Gene de iyi dayandı. Siz dediğinde şaşırmıştım zaten. Alacaklı olunca bir puan üste çıkmış hissediyor kendisini. Herkes bizim bakkal gibi kolayca isteyemez alacağını. Almak zor, vermek daha zor, istemek daha da zor.
‘‘Siz hesaplayın ben bir daha uğradığımda kapatayım,’’ diyorum.
Bakkal cin gibi. Selamsız’da bakkal olup da cin olmuyorsan iki günde batarsın aslında. Tabi markete yenilmez bu. Adamın bir hedefi bir amacı var. Yoldan gelmiş bu kadın dinlensin yorulmuştur, iki gün sonra isteyeyim de üzülmesin şimdi, demiyor. Demez. Hazır kredi kartım da elindeyken defteri çıkartıp toplamayı yapıyor.
‘‘Dokuzyüzyetmişbeş çekiyorum abla.’’
Sırtımdan ince bir ter akıyor. Dakka bir gol bir. Hesabımdaki parayı düşünüyorum. İnce ince planlamıştım oysa. Ne nereye gidecek, elimde ne kalacak. Abimi düşünüyorum. Dünyaları mı yemiş ne yapmış. Veresiye defterini oturup incelemek geçiyor içimden. Neye harcamış, kaç paraymış bakmak istiyorum. Onun adına utanıyorum.
Bakkal kartı uzatıyor. Şifremi istiyor.
‘‘Ben kartı sana bıraksaydım daha kolay olurdu,’’ diyorum. Bakkal gülüyor.
‘‘Abla her şeye zam geliyor durmadan, dün beş liraya aldığın bugün on lira.’’
Abla! parayı ödeyince abla da olduk. Bakkalın hızlı bir uyum yeteneği var, helal olsun. Eve gitmeye hevesim de kalmadı. Ne diyeceğim şimdi karşılaşınca? Borçlarını temizledim gelir gelmez mi?
“Çocuk gelince kalanları da gönder eve madem,” diyorum çıkarken.
Başını sallayıp ‘‘Hemen!’’ diyor.
Mutlu tabi, kışlık kabanını ilk giydiğinde cebinde bulduğun bin liranın mutluluğu bu. Hiç olmazsa o mutlu.
Dışarısı kalabalıklaşmış. İşe gidenler belli. Yüzlerinde mutsuz bir ifade var. Bıkmışlık akıyor her yanlarından. Az sonra tıkış tıkış minibüslere, metrolara binip kendilerine benzeyen binlerce insanın kalabalığına karışacaklar. O enerji dalga dalga yayılacak yeniden şehre.
Ah İstanbul! Ağzına sıçılıyor farkında değilsin.
Namazdan dönenlere bakıyorum, başlarında takkeler ayaklarında mesler ağır ağır yürüyorlar evlerine. Her şey bir arada burada. Dindarlar, dinden imandan çıkanlar, çıkaranlar. Şehrin hiç bitmeyen uğultusunda çevredeki onlarca caminin çağrısını duyanlar, sadece onu.
Çocuk parkına gelince yeniden soluklandım. Zeminine beton dökülmüş park lise öğrencilerinin işgalinde gibi duruyor. Kızlı erkekli küçük gruplar. Salıncakta sallanan, salıncakta oturan kızlar. İçindeki çocuğu hiç kaybetmemiş gibi. Sigara içip cıvıldaşıyorlar. Cıvıltı mı bu duyduğum. Dikkatle onlara bakıyorum. Kızlardan biri benim dikkatimi görünce dikleniyor oturduğu yerde.
“Birine mi baktın güzelim,” diyor.
Salıncaktan kalkıp bana doğru yürüdüğünü görünce yarım yamalak gülümsüyorum. Kızın hallerindeki o dayılık ürkütüyor beni. Kızın peşinden birkaç kişi daha sürükleniyor bana doğru. Oğlanların saçları hep aynı model. Yanlar tıraşlanmış, önler iyice uzatılıp kaşın üstüne düşürülmüş. Bu saç selamsızın hiç vazgeçemediği tek model. Selamsızlı olmanın ilk kuralı. O saçı gördün mü iki adım geride durman gerektiğinin altını çizen en kalın kalem.
Başımı sallıyorum, sana bakmıyorum desem bir türlü demesem bir türlü. Cevap bulamıyorum. Parkı geride bırakıp hızlı adımlarla eve doğru yürüyorum. Arkamdan kahkahâlarla gülüyorlar.
“Yürrüüü taş arabası,” diyor kızlardan bir tanesi.
Taş arabası. Gülüyorum.
Adımlarımı hızlandırdım. Papuçcu sokağına doğru koşturarak yürüdüm. En son istediğim şey semte geldiğim ilk günün mahallelide olumsuz etki bırakmasıydı. Okulun arkasından dolanıp apartmanın önüne çıktım. Baktım torbalar balkona konmuş. Evde bir hareket yok. Demir parmaklıkların arkasındaki perdeler kapalı. Açtım kapıyı girdim. Ev bekar erkek kokuyor. Sigara, kirli çamaşır ve hüzün. Elimdekileri mutfağa bıraktım. Nihayet sırt çantamı da. Üstümde bir hafiflik. Ağzına kadar bulaşıkla dolu bulacağımı düşündüğüm mutfağa baktım, hayret her yer pırıl. Buzdolabına baktım, peynir, zeytin, biraz makarna tabakta folyolanmış. Eh iyi bari. Çayı koyup odama yollandım. Bir an önce banyo yapıp üzerimdeki otobüs kokusunu, ter kokusunu atmak istiyorum. Dolaptan aldığım havluyla yürürken abimin odasının önünde bekliyorum. İçeri girsem mi girmesem mi? Uyuyor belli ki. Aklıma ödediğim dokuzyüzyetmişbeş lira geliyor, içimden sinkaflı bir küfür geçiyor. Uyuması daha iyi belki de, küfürlerin gürültüsü azalır içimde.
Sıcak duş iyi geliyor. Giyinip oturuyorum mutfak masasına. Küçük balkon kapısından dışarı bakıyorum. Okuldan yükselen çocuk uğultusu bize kadar geliyor. Sonra tanımadığım bir pop şarkısı çalıyor, okulun zili olduğunu anlayınca şaşırıyorum. Parktakiler derse girdiler mi acaba. Omuz silkip çay koyuyorum.
İçerden su sesi geliyor, demek uyandı. İnce uzun bir gölge bana doğru geliyor. Yavaşça. Ürkek. Kapıda durup bakıyor. Gözlerine bakamaz insanların, belki kaşına alnına. Haberi vardı geleceğimden,
‘‘Hoş geldin…’’
“Hoş buldum. Ben mi uyandırdım?”
‘‘Yok okulun şarkısı uyandırıyor her sabah.’’
Üzülüyorum içten içe. Keşke benim sesimi duyup uyansaydı. Çabuk geçiyor üzüntüm. Daha çok akışına bırakmak kararındayım.
Karşımdaki sandalyeye oturuyor. Yorulmuş gibi. Ne yani onca yolu gelmişim benden çay mı bekliyor, servis filan. Sinir oluyorum.
Yerde duran bakkal poşetine bakıyor.
‘‘Niye zahmet ettin, ben bir şeyler almıştım sen geleceksin diye,’’ diyor. Abim beni hep şaşırtıyor.
Sessiz oturup çaylarımızı içiyoruz.
‘‘Biliyor musun buralarda çok kuyu var, diyor sonra. Bizim bahçede de olduğunu biliyor muydun? İlk bulduğum şu bizim arka bahçede.’’
Ne alakası var şimdi kuyunun. Bu da hep böyle tuhaf şeylerden bahseder. Sanki oturup kalkıp bu kuyuyu konuşmuşuz da ben biliyormuşum gibi. Yüzüne bakıyorum. Hayattan iyice koptu mu bu?
‘’Bahçedeki ağacı kestiler altı ay önce neden bilmem. Eski kuyu arkasında kalıyormuş onun. Saklanıyormuş. Ağaç gidince uçuşan yapraklar da gitti. Kuş sesleri de. Yazın durmadan bağıran cırcır böceği de gelmedi bu sene. Ama kuyu çıktı ortaya. Ağacın kalan kökleri sarmış her yanını. Kapağını kaldırınca içine girdim. Kurumuş. Ağaç çekiyormuş demek bütün suyunu. Bir güzel temizledim çeri çöpü. Susuz kuyu olur mu hiç. Gittim geldim baktım. Sonra yavaş yavaş su dolmaya başladı bahar yağmurlarından sonra. Nasıl sevindim anlatamam.’’
Kalbim hızla çarpıyor. Kuyuya atmayı mı düşündü kendini, düşündü mü? Yapmamış ama.…
‘‘Şimdi biraz kurudu ama hâla biraz su var içinde. Sana gösteririm, güzel de bir kapak yaptım. Kilitli ha, çoluk çocuk düşmesin diye. Kilidi de bir tek bende.’’
Birden kalkıyor masadan. Peşinden bakıyorum, odasına girip kapısını kapatıyor. Bir çay daha koyup salona geçiyorum. Endişelenmeli miyim emin değilim. Televizyonu açıp bulduğum bir diziyi seyrediyorum. Dışardan bir bağırış bir çağırış yükseliyor. Perdeyi açmadan eğilip bakıyorum sokağın ucuna doğru. Mahallenin oğlanları köşe başlarında öbeklenmeye başlamış. Üsküdar’ın en neşeli, en gürültülü, en deli yeri burası. Selamsız. Birbirini iteleyip yumruklaşan gençlere bakıyorum. Şakalaşıyorlar mı yoksa gerçekten kavga mı ediyorlar seçemiyorum. Küfürler havada uçuşuyor. Ciddi galiba? daha ben olayı çözemeden köşede kayboluyorlar. Arkası yarın. Bir dahaki olaya kadar sükûnet. İyi madem.
Çiçekçi’den buraya taşınmak kolay olmamıştı ama ev kiraları yarı yarıyaydı en nihayetinde. Daha gelir gelmez mahalleli bize hiç dokunmamış, abimle her karşılaşan onda bir farklılık olduğunu anlayıp hatta saygı göstermişlerdi. Böyle yerlerde saygıyı hak etmen lazım. Saçından başından, bakışından, kıyafetinden, kelimelerinden anlarlar yabancı olduğunu. Tartıp biçerler. Polis misin dur bakalım. O zamanlar ben bilmiyordum beni polis sandıklarını. Akademisyenim dediğimde düşmanca bakmalarının sebebini anlayamamıştım. Okuyanı sevmiyorlar herhalde diye düşünmüştüm. Abim o zaman hastaneden yeni çıkmıştı. Bir haftalık Bakırköy dinlenmesi. Kutu kutu pazıl taşıyordum eve. Bir tanesi vardı hatta. Bembeyaz bir yaratık, tüylü, yüzü belirsiz. Şeffaf neredeyse. Pazıl bu. Bakmadan nasıl aldıysam. Abim ilk defa başını kaldırıp yüzüme bakmıştı. ‘‘Demek hayalet avcılığı…’’ demişti.
Abim salondaki masada o pazılı yaparken dünyayla bağını koparmıştı. Bir keresinde ‘‘Daha kötü ne olabilir ki…’’ dediğini duymuş, masaya baktığımda ürkütücü bir desen belirdiğini görmüştüm. Masa tam yerleştirilmemiş parçalar yüzünden hareket ediyor gibiydi. Sanki bir iblis beliriyordu yemin ederim. Abimi neyle baş başa bıraktığımı anlayınca dağıtıp bozmak istemiştim. Abim arkamda belirdiğinde niyetimi anlamış elimi tutmuştu.
‘‘Bırak, yapma!’’ demişti. ‘’Bitirmem lazım.’’
Sonra aldıklarım hep empresyonist tablolar olmuştu.
O pazıldan sonra abim ışığı açık uyumuştu bir süre. Kendimi tokatlamak isteği hiç geçmemişti. Borçlanmıştım abime. Babamdan sonra annem sonra ben. Ne biçim aile.
Saate baktım. Bir not yazıp masaya bıraktım. ‘’Fakülteye gidiyorum, geç dönerim’’. Toparlanıp çıktım evden.
İçimde bir şüphe Isparta’ya geri döndüğümü düşünmez inşallah, yok canım niye düşünsün. Zekidir bal gibi. Babam gibi koca kafa değil, annem gibi zariftir abim. Babam gibi değil. Annemin titreyerek konuşan sesi geliyor kulağıma. Titrek. Korkak. Zayıf. Kendini koruyamadı, bizi hiç. Hiç. En çok da abimi. O odunluk geliyor aklıma. Babamın is kokan gölgesi. Ağlayacak gibi oluyorum. Geri dönüp abime sarılmak istiyorum. Benim yerime de yedin o dayakları affet beni demek. Yapmıyorum. Başım önümde iniyorum yokuştan.
Akşam taksiyle döndüm eve. Bizim sokağa çıkan yokuşta bir düğün alayı. Millet hep dışarda.
Taksici ‘’ Töbe Yarabbim çattık gene çingenelere. Bunlar da ya dövüşür ya eğlenir,’’ diye söyleniyor. Adamın gerildiğini görebiliyorum, ben de gerildim. Taksici yalancı bir sabırla bekliyor yol vermelerini. Neden sonra kafile sağa dönünce yol açılıyor. Parkın oradaki seyir tepesine gidiyorlar. Şehrin en güzel manzarasında düğün devam edecek. Havai fişekler patlıyor arkamızdan. Belki on belki on beş. Ortalık bir parlıyor bir sönüyor.
Evin önüne gelince acele iniyorum taksiden. Adam arkamdan söyleniyor gaza basarken.
Sokağın köşesinde plastik sandalyelerde oturan kadınlar bana bakıyor. Of ya bir olay daha çekemem dememe kalmadan içlerinden biri ikisi bana doğru yürüyor. Şişmanca bir kadın. Göğüsleri hem büyümüş hem sarkmış. Göbeğinin üstünde kadar çekilmiş eteğinin altında taytı var. Saçları sarı turuncu. Yanındakine bakıyorum. Tanıdık geliyor. Parktaki kız bu. Kız taksicinin arkasından bağırıyor.
‘’ Yürrü taş arabası!’’ sonra dönüp bana bakıyor. Tanıdı demek o da beni.
“Bayan,” diyor sarı saçları naylon iplere benzeyen kadın. ‘‘Şu girişte oturan senin abinmiş çırak söyledi. Bak haberin olsun çok fena şeyler olacak. Geceleri bahçelerde dolaşıyor durmadan, rontluyor diye yiyecek dayağı Allahın akıllısı!’’
Rontluyor mu? Ne demek o? Benim abim mi? Karıştırdı herhalde. Sessiz duruyorum karşısında.
‘‘Hocaymışın sen, abin de efendi birine benziyordu kafayı mı kırdı iyice nedir. Dolanmasın geceleri söyle. Bir kaza geliverir başına!’’
Yok artık daha neler.
‘‘Uyuyamıyor o, ondan dolaşıyor geceleri,’’ diyorum.
‘‘Uyusun bacım, alsın ilacını uyusun. İlaç bulamıyorsa biz bulalım ona,’’ kadının söylediğine kızı gülüyor. Benim yüzüm iyice asılıyor. “Konuşurum merak etmeyin,” diyorum kapıya doğru yürüyorum hızlı hızlı.
‘‘Konuş konuş yoksa biz konuşuruz,’’ diyor parmağını sallıyor. O parmağı ısırıp koparmak istiyorum.
‘‘Babam olsaydı hakkınızdan gelirdi.’’ İçimden geçen sözcükleri duyduğumda kalbim taş kesiliyor.
Aklımdan silip atıyorum bu anı, hatırlanmayacaklara bir ilave, unut unut…
Başımda bir ağrı derinlerden gelip hızla yayılıyor.
Aceleyle içeri giriyorum. Peşimden bakıyorlar. Ay nedir bu ya. Her dakika şikâyet alan velilere döndüm. Hırslanıyorum abime. Ne çıkıyorsun gece yarısı. Tekin bir yerler mi buralar salak ya. Çiçekçi mi sandın sen buraları. Konuşmak lazım bu böyle olmaz. Başına bir şey gelse kim vurduya gidecek. Adı çıkacak röntgenci diye farkında değil geri zekâlı.
İçerisi karanlık. Bir adım sonra abimi salonda buluyorum. Elindeki kitaba dalmış. Kitabın tepesine küçük bir lamba takmış karanlıkta küçücük bir ışık yayılıyor ortalığa kitaptan.
Ne yapıyorsun sen, delirdin mi böyle karanlıkta, diyorum. Sözcükler ağzımdan çıkar çıkmaz pişman oluyorum. Ayakta öylece kalıyorum. Spinoza mı okuyor bu?
Abim gülümsüyor.
‘‘Biliyor musun o kuyudan birkaç tane daha buldum, hatta bir de sarnıç. Villalara doğru giden eski sokakta. Hani yıkık duranlar. Sarnıç orda. Orda oturmayı çok seviyorum. Şehrin sesi en az oradan duyuluyor. Yerkabuğunu bile duyuyorum o sarnıcın üstünde. Şıkır şıkır akan suyun sesi taa binlerce yıldır aynı yerden. Koruluk var ya yakınında, kuşlar cırcırlar bir güzel ötüşüyorlar. Biliyor musun Çağla her ağaç farklı esiyor rüzgârda. Her birinin sesi ayrı, yaydığı titreşim. Rüzgârla beraber ayrı bir dil tutturmuşlar o koruda. Bağımsız bir cumhuriyet gibi.’’
Abim oracıkta öyle parlarken öfkem sönüp gidiyor. Yanına oturuyorum, dibine. Kaçmıyor bu sefer. Başımı omuzuna koyuyorum. Abim o benim. Dünyayı başka türlü görmesine gizliden gizliye hayran olduğum. Dünyaya göre bir çöp. Kristal bir çöp.