Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIÇift kaşarlı tost

Çift kaşarlı tost

Annem Et Balık Kurumu kuyruğuna beni sokar sonra eve dönerdi. Saatlerce sıra gelmeyeceğini bildiğinden yanıma iki dilim sanayağ sürülmüş ekmek verirdi. Ekmeğin üstüne toz şeker serper sonra da beslenme çantama koyardı. Orada hem annemi hem de sıramı beklerdim. Beklemek de ne beklemek ama, bir de tüp meselesi vardı tabii. Ama o daha çok gece beklenen bir sıraydı. Beklemeyi bilen insanların yetiştiği bir dönemdi o dönem.

İki yıl önce, ki çok uzak geliyor bana şimdi, buraya geldiğimde rengim sarı ve canım sıkkındı. Şehrin kalabalığını yanımda taşıdığımdan emindim. Otobüsten indiğimde garın ortasında bir süre dikilmiş, ne yöne gideceğime karar verememiştim. Böyleydim ben işte, bir şeye kolay karar veremeyen biri. Sırt çantamı toplayıp evden çıktığımda da nereye gideceğimi hiç düşünmemiştim. Sadece bir camı kırık, sobasız ve yorgansız o odadan uzaklaşmaktı niyetim. Elimde bavulla yürürken telaşlı adamlarla hiçbir yere gitmeyen insanları izledim bir süre. Sokakta bu kadar çok insanın koşuşturması, sanki bir işleri varmış da ona yetişeceklermiş gibi pozlar takınmaları canımı sıkmıştı. Böyle yaptıklarını çok iyi biliyordum çünkü işsiz günlerimde yanlış anlaşılmamak için ben de öyle yapardım. İşim varmış gibi. Akşamları yanımda ellerinde alışveriş torbalarıyla evlerine dönen insanlara bakıp, sırtımdaki bir sapı kopuk çantamı çekiştirerek yürürdüm yanlarında. Bazen kapısı yarı açık, boyaları dökülmüş bir apartmana girerdi önüm sıra yürüyen biri. O zaman bir iki adım daha atar, karşı kaldırıma geçip beklerdim. Işığı yanacak odanın hangisi olduğunu bulmak ister, ışık patlarcasına birden yanınca üzülürdüm. Yeniden birinin peşine takılmam gerekecekti çünkü. Hani bir çeşit yakalamaç. Gittikçe soğuyan havada ceketimin yakalarını biraz daha kaldırır, sıska ellerimi ceplerime sokardım. Sonunda, dediğim gibi üç aydır ödeyemediğim kiradan ve huysuz ev sahibimden kaçarak çıktım evden. Kiracıların aybaşlarında para ödemelerine içerliyordum uzun zamandır.

Doğduğumdan beri yaşadığım şehirde göz göze geldiğim hiç kimse yoktu. Bir sigara yaktım. Aklıma bir türkü gelir gibi oldu, hani şu oynak olanlardan. Sakalı bıyığı çok olanların söylediklerinden. Sigara ağzımda tüterken kırmızı bir tramvay geçti önümden. Tramvayın üstünde ‘’GÜZELKÖY’ye gelin, güneşe’’ yazıyordu. Kafamı iki yana salladım, olur muydu, olurdu. Bahariye’deki tramvay durağında biraz daha durdum. Cebimden küçük kırmızı defterimi çıkartıp bir süre elimde tuttum. Kalemim ceketimin iç cebindeydi. Defteri tekrar cebime koydum, başımı salladım. Ne yazacağıma karar verememiştim. Bazen hızla gelirdi düşünceler, ne yazacağımı önceden bilmediğim halde hızlı yağan kar taneleri gibi başıma üşüşürler. Hatta bazen başımın üstünde kelimelerden bir halenin döndüğüne yemin edebilirim. İşte o zaman yazdıkça yazasım gelir. Ama bugün öyle bir gün değil, aklımda beliren fikirler bir türlü netleşmiyor. Cebimdeki defterin üzerine elimi koyuyorum. Canım iki kere sıkkın şimdi. Ev sahibini ve odamın kırık camlarını düşününce geri dönme fikri bir an için ortaya çıkar gibi olduğundan vaz geçiyorum. Aklımda kocaman göbeğinin üzerinde taşıdığı memeleriyle ev sahibim – eski ev sahibim demeliyim aslında, içinde beyazlar parlayan gür kaşlarıyla bana bakıyor. Her zaman aynı giysileri giyer Macide Teyze. Teyze demeye bin şahit ister aslında. Sigara içmekten sesi çatlamış, dudaklarının kenarlarında yığınlarca dikey çizgi oluşmuş, konuşmaya başlayınca o çizgiler de hareket etmeye başlardı. Onunla konuşmamak için eve giriş çıkış saatlerime azami dikkat ederim. Çünkü o kırışık dudaklarından hiç de iyi bir söz çıkmadığı gibi, sigarasını üflediğinde yüzüme doğru, nefesinin pis kokusunu da alırım. Kocası onu bırakıp gidince bir cadıya dönüşmüş olduğunu anlatmıştı kahveden biri. Kahvede kışları hep soba yanar ve hep bir uğultu vardır. Ben bir köşede birilerinin bıraktığı gazeteyi okurken iş ilanı sayfalarının zaman içinde nasıl da kaybolduğuna şaşar kalırım. İş artık işte bulunuyor, diyor kahveci. Belki de haklıdır. İş bulmak için iş bulmam gerek.

Cebimdeki defteri ve kalemi çıkartıp, boş olan ilk sayfaya ‘’iş bulmalısın’’ yazıyorum. Bunu daha önce yazmadığıma eminim. Çünkü işsizlik maaşı insanı isterse epeyce sağlamda tutabiliyor. Bir tek kira canını sıkıyor insanın.

Tramvay durağında bir süre daha dikildim. Caddede yürüyenler azalmaya başlamıştı, havanın birdenbire karardığını görünce şaşırdım. Yukarıya baktım, griden siyaha bulutlar çoğalmıştı. Yanımda saçlarını açık pembeye boyamış bir kadın belirdi.  Kadın yaşlıydı yine de kırmızı rujunu sürmüştü. İşte dedim kendi kendime, hayata bağlı biri. Yan yana durduk bir süre. Tramvayın gelmesi gecikmişti. Pembe saçlı kadın, içe doğru eğilmiş sırtına fosforik yeşil renkte bir yağmurluk geçirmişti. Ayaklarında ortopedik ayakkabılar. Neşenin de bir sınırı var hani. Yaşanmaz bu şehirde, dedi kadın. Bana söylemiyordu. Yine de başımı salladım. Binalar güneşi de engelliyor, yağmuru da, dedi. Hak verdim. Tramvay gelince kadın beni iteleyip kendini içeri attı. Oysa tıklım tıklım yaşlı doluydu içerisi. Benden önce binse de ayakta kalacağı belliydi. Yaşanmaz bu şehirde, dedim kendi kendime. Vatmanla göz göze geldik. Adam bana kuşkuyla bakıyordu. Yağmur başlamıştı o sıra. İliklerime kadar ıslanacağım da belliydi yine de kapıyı suratıma kapattı.

Bir saçağın altında yağmurun dinmesini bekledim. Ben orda beklerken bir tramvay daha geldi geçti. Vatmana baktım o adam değildi, ondan daha beter sert bakışlı, üstelik binenlere bağıran biriydi. Bulutlar yükünü boşaltmış olacak ki yağmur birden durdu. Arkamdaki kahveciden iki kız çıktı, uzun saçlı ve güzellerdi. Ellerindeki kahvenin kokusunu içime çektim. Öne doğru bir adım attım, kızlar kıkırdayarak uzaklaştılar. Arada dönüp bana bakıp gülmeye devam ettiler. Oysa ben kararımı vermiştim, sanırım. Çocukluğumun geçtiği Harem’e doğru yürümeye başladım. Işıklarda beklerken cebimden defterimi çıkartıp, ‘’devam et’’ yazdım. Tren yolu köprüsüne doğru yöneldim. Köprünün altında bekleyen trenlere baktım. Hiçbir yere gitmiyorlardı. Az geride duran yüzlerce minibüs yolları da yolcuları da işgal etmişti. Güzelim trenler bekleme tuşuna basılmış gibi, oracıkta duruyorlardı. Annemle Ankara’dan geldiğimiz günü hatırladım. Annem beyaz triko hırkasını omuzlarına almıştı. Üstünde kendi diktiği papatya desenli elbisesi vardı. Sarı papatyalı kumaştan parça artınca üzülmüştü annem, keşke kız olsaydın kalanından sana da bir elbise çıkardı, demişti. Ben de beğenmiştim aslında papatyaları. Sonradan annem perde yapmıştı mutfağa o kumaşı. Annem trenden indiğinde, kolunun altında sıkı sıkı tuttuğu goblen işlemeli çantası ve elindeki bavuluyla filmlerden fırlamış kadınlara benziyordu. Benim elimde iki tane siyah poşet vardı. Arkasından yürümüştüm bir süre. Gözleri ağlamaktan o kadar şişmişti ki benim yanında olmadığımı bir zaman fark etmemişti. Sonunda uzanıp kolumdan yakalamış, hep geride kalırsın zaten, demişti öfkeyle. Haydarpaşa’da merdivenlerden vapura doğru inince şehir masmavi çıkmıştı karşımıza. Tren artık geçmişte kalmıştı ve bir daha hiç binmemiş, geri de dönememiştik.

Adımlarımı hızlandırdım, hastaneyi ve okulu geçip Duvardibi’ne geldiğimde yağmur tekrar atmaya başlamıştı. Salıncakları kırık parkın içinden geçip, askeriyenin oradan devam ettim. Kapıda nöbet bekleyen jandarma sokağın başında belirdiğim andan beridir beni izliyordu. Kendime çeki düzen vermek için omuzlarımı dikleştirdim, sırt çantamın boşlukta sallanan kopuk kolunu tuttum. Asker hâlâ bana bakıyordu. Eskiden kuyruk beklediğimiz Et Balık Kurumu’nun olduğu tarafa saptım. Annem sıraya beni sokar sonra eve dönerdi. Saatlerce sıra gelmeyeceğini bildiğinden yanıma iki dilim sanayağ sürülmüş ekmek verirdi. Ekmeğin üstüne toz şeker serper sonra da beslenme çantama koyardı. Orada hem annemi hem de sıramı beklerdim. Beklemek de ne beklemek ama, bir de tüp meselesi vardı tabii. Ama o daha çok gece beklenen bir sıraydı. Beklemeyi bilen insanların yetiştiği bir dönemdi o dönem.

Askerden uzaklaşınca tuttuğum nefesimi bıraktım. Yokuş aşağı hızla indim. Şimdilerde gece gündüz gürültüsü artmış, yılların egzoz ve insan kokusu hâlâ duyulan eski otogara girdim. Saat neredeyse sabaha doğru olduğundan bir tane numunelik çığırtkan direğe dayanmış burnunu karıştırıyordu. Sevindi neredeyse beni görünce. Güzelköy otobüslerini sordum, Bursa’ya git bence, dedi. Durdum bir süre, tarttım. Varanbir otobüslerine yürüdüm sonra. Grileşmiş duvarlara ve matlaşmış lake masanın gerisindeki adama baktım. Adam sıkılmış görünüyordu. Hiçbir yere gidemediği için sıkıldığını anlamıştım. Bilet istedim. Yüz lira, dedi. Dışardaki mavi şehre baktım önce sonra cüzdanıma. Buruşmuş bir ellilik ve iki beşlik öylece duruyordu. Karnımdan bir gurultu yükseldi. Siyah beyaz televizyonda Başbakan Demirel son yapılan zamların sebeplerini anlatıyordu. Televizyona sırtımı döndüm. Dışarıya çıktım. Köşedeki dükkândan yanık tost kokusu geliyordu. Çift kaşarlı bir tost istedim.

- Advertisment -