Yıldız

Keşke babam sen ataydın o tokatı, hiç değilse yanağıma dokunmuş olurdun, hiç değilse varlığıma bir işaret. Sabah ezan okunurken kendimi emniyetin kapısında buldumdu. Kalanların adı ezberimde. En çok babamı ara, burada olduğumu söyle, diyene şaşırmıştım. Babalık sürüyormuş bazı evlerde. Yapayalnız değilmiş bazıları emniyette bile.

O gün dünyada yalnız olduğumu anladığım gündür. Birinci şubenin en en alt katlarından birinde, yıl bindokuzyüzseksen bilmem kaç. Onlarca öğrenci derdest edilmiş korkunun kadehlere konulup içildiği söylenen o zamanlarda, ben gencecik bir öğrenciyken ve henüz yeterince öğrenememişken. Esmer alnım ve simsiyah saçlarımı kapüşonumun içine sakladığım o gün anlamıştım yalnızlığımı ve kabullenmiştim. Arayanım soranım olmayacaktı. Bu kalabalıkta bir başımaydım. Karanlık yüzlü adamlar ve bağıran ve seslenen ve haykıran insanlar. Kalabalık. Yalnız.

O gün niyetim hiç de o eyleme katılmak değildi. Okula gidecektim. Çünkü özlemiştim. Çünkü evin kirasını ödemek gerekiyordu çünkü okula rağmen işe gitmek gerekiyordu. Annemin boynu eğikti bütün fotoğraflarda. Ben kaçacak olsam mesela İngiltere’ye daha da eğilecekti. Babam hesap soracaktı.

Kolundaki o son bileziği bozdurdun ne için, diyecekti.

Annem ela gözlerinde yeşil hareler öyle bakacaktı babama. İçinden iyi ki gitti, diyecekti. Kaçtı kurtardı kendini.

Babam bir eli yeleğinin cebinde köstekli saatini tutacaktı. Zaman onun kontrolünde sanacaktı. Eve gelmemi bekleyeceklerdi beraber. Dakikalar birbirine benzemeyen hızda akıp gidecekti.

Anneminki ve babamınki,

Annem ah! diyecekti içinden ve o güzel sedef gibi parlayan boynunu bükecekti sağa tarafına doğru. Bir fotoğraf. Annemin dalgalı saçlarına vuran ışık, arkada bir incir ağacının gölgeli yaprakları avluya vurmuş. İncir ağacı sonradan biz çoktan o evden ayrılmışken, ev artık bizim değilken, bir zamanlar dumanlar tüten ocağı saracaktı. Tıpkı babam gibi.

Çay bardağında demli bir rakı kokusunu salacaktı eve. Sarı parlayan bir dilim kavun ve beyaz leblebiler bir çanağın içinde. Bir leblebi bir kavun. Babamın yalnızlığı koyudan koyu, ocağın üstündeki is. Bir zamanlar çorbanın kaynadığı, evdeki neşeye eşlik eden gülüşlerin olduğu zamanlardan kalma is. Annemin elleriyle ördüğü dolap örtüleri, danteller. Davul fırın yeni alınmış, sigortası atıp ablamı mutfağın ta öbür ucuna fırlatmış. Hep öyle oldu ablam. Dokunduğunda öbür tarafa fırlattı hayat. Annem çünkü genetik mirasını seçmemişti. Ablama aktarılan, kadınların binlerce yıldır başlarını sağa eğip beklemesiydi. Yüzlerinde yarım yamalak bir gülüş. Akşam eve gelecek olana, belki gelecek olana bir ağıt. En güzel yemekler, en güzel tatlılar ve zeytinyağlılar.

Babamın kızkardeşleri sonra. Hepsi taşaklı kadınlar. Ama kadınlara yetiyordu güçleri. Anneme daha çok. Kadın kadının kurdudur, demişti bir keresinde kaşlarını çatarak annem. Kimi düşündü bunu söylerken bildim ben o çocuk yaşıma rağmen. Elmas, yakut ve zümrütlerini. Anneanneden geçen parlak taşların birer birer çekmecesinden eksildiği zamanlar. Kulağında parlayan taşın pırıltısı ve dişindeki altının sarı sıcaklığı.

Yüzüm uyuşuyor demişti bir kez. Babam kolumdaki bebek bileziği çekip aldığında. Yıl bindokuzyüzyetmiş bilmem kaç. Kulağımda papatya şeklinde bir küpe. Ablamın uzun siyah saçları arasında nergis kokuları. Portakal çiçeğinin kokusu annemin göğsünde. Yastığımın altında ve çekmecelerimde limon çiçekleri. Babam eve geldiğinde anason kokusu. Annemin dalgalı saçları. Kollarında zehirli sarmaşıklar. Çünkü çok aşıktı babam karısına. Külliyen yalan olduğunu yıllar sonra anladım. Çünkü çok zayıftı babam.

Annemin beş vakit namazdan vazgeçmediği zamanlar, başını secdeye koyup dua ettiği, babama yüce rabbimden şefaat dilediği zamanlar. Çünkü cennet kadınların ayaklarının altındaydı. Çünkü cennet hala çok yakındı ve çok uzaktı.

Babamın cebinden naneli şeker ve dostunun fotoğrafının çıktığı zamanlardı.

Motosikletine atlayıp evde ve işte bunaldığında uçarak gittiği o evdeydi cennet. Yemyeşil kırların önündeki diğer evinin penceresinden baktığında lunaparkı görürdün. Lunaparktan baktığında gördüğün o evde sütunlar ve aslan heykelleri vardı. Bahçesinde pembe ipekten elbisenin içinde bir başka kadın.

Annemin sedefli boynu kıldan ince. Seccadenin üzerinde oturmuş dua ederken, başı rabbime dönük, tesbihinde durmadan ya sabır, ya sabır…

Babam geniş göğsünde ve küçük kalbinde iki kadın. Bize yer olmadığını o pembeli kadını gördüğümde anlamıştım zaten. Bir gönülde iki aşk olabilir mi, olabilir. O gönülde ipeklere ve sedeflere yer var. Dahasına asla.

Annem bunu anlamıştı o zamanlar. Sedefli teninden doğanlara yer yok. Babamın o iki kadından fazlasına tahammülü yok. Olsa, kolay. Biz geride kalanlar onun dünyasını bozan, zora koşan, tırmalayan, zamanını çalan.

Koy şimdi çay bardağına aslan sütünü. kim, ipekli mi?

Annem o isli ocağın tüttüğü mutfakta boynunu sağa eğip düşünmüştü bir zaman.

Kucağındaki sarı bebek, masadaki kâseden yemeğini sağa sola saçan kızıl saçlı çocuk. Çilleri her geçen gün artan, babasının ayıbını yüzünde taşıyan o kız çocuğu. Olmasaydım keşke, diye düşünen.

Ömrü böyle geçen.

Annesi demanstan sayıklarken, babasına kahreden o kız.

Büyümeden, erginleşmeden, hayatın tadına varamadan.

Abı hayat nedir bilmeden.

Geriye bir tek şey bırakmadan kaybolup giden kız çocuğu.

Anısını taşıyanların da yitip gittiği, anılarda bile yaşamayan.

Hiç ipekli giymeyen hele pembe.

Babasını kayıp zanneden.

Biri hastane köşesinde, diğeri kaybolmuş bir mezarlıkta…

İki kuluvallah bir elham.

O sedef sedef parlayan boyun toprakla buluştuğunda, yıldızsız bir gecede yapayalnız kalan.

O kız.

Babasız.

Birinci şubede okkalı bir tokat yiyecektim o gece sabaha doğru. Unutma bunu, bir daha da gelme buralara diyecekti bir memur.  

Gözümden akan yaş kırmızı kabanıma damlayacaktı. Çabucak silecektim elimin tersiyle. Dişlerimin arasından tıslayacaktım sonra.

Keşke babam sen ataydın o tokatı, hiç değilse yanağıma dokunmuş olurdun, hiç değilse varlığıma bir işaret. Elin adamını affetmek kolay, gene de yıllarca rüyalarıma girdi o tokat. Sonra silindi belleğimden bütün anılar.

Sabah ezan okunurken kendimi emniyetin kapısında buldumdu. Kalanların adı ezberimde. En çok babamı ara, burada olduğumu söyle, diyene şaşırmıştım. Babalık sürüyormuş bazı evlerde. Yapayalnız değilmiş bazıları emniyette bile.

Benden başka birkaç kişi daha vardı, birbirimize baktık.  Herkes hem beraber kalmak istiyordu hem de bir an önce uzaklaşmak. İyi bilirdim bu duyguyu, ayrıldım ben hepsinden. Biri arkamdan seslendi,

Öğleden sonra Hergele Meydanı’na gel mutlaka, forum var.

Başımı salladım. Gözlüğümün camlarından biri düşmüş o zaman anladım. Bir gözümle netleşti dünya, yürüdüm biraz ters yöne, eve doğru. Bakırköy Zuhurat Baba’da bizim ev. Annem anlatmıştı bir kez yeni taşındığımız zamandı. Mübarek bir ermişmiş Zuhurat Baba, suyu zehirlenen askerlere su dağıtmış sırtında taşıdığı pınardan. Mübarek savaş meydanında düşüp al kanlar içinde yatar bulununca mezarını tam bizim evin yanına yapmışlar. Duacısıydı annem. Dilinden eksik etmediği duaları tüm ölmüşlerimize okurdu başında beyaz örtüsüyle. Anne, demek isterdim bir bana faydası yok bu ermişin, babamın kanından geçen zehir damarlarımda dolaşırken.

İpeksi bir zehir. Yumuşacık, kapkara.

- Advertisment -